Başlamadan önce hepinizi uyarıyorum. Bu yazıda o yüceleştirdiğiniz yaratıklara yer yok. Bu yazının o yere göğe sığdıramadığınız insanlarla bir alakası da yok. Bu yazı tamamen içimde biriktirdiklerimin dışa vurumu olmasını beklediğim, yazarken de aslında sonunun nereye gideceğini çok kestiremediğim bir serüven gibi benim için. Zaten sınırları çok da kalemlerle çizebilen bir adam olmadığımdan, ahlak anlayışım da bardaktan taşan bir bira köpügü kıvamında canlarım. Görüldüğü üzere alkol ile de aram açık değil mesela (la eki ağzın içinde tam bir dil kovalamacası yaşıyormuşçasına okuyunuz). “Sorun sende değil, annende dediğim.” bir durummuşçasına mesela. Yine de “Sen de geber, annen de gebersin.” dercesine ama.
Oysa bir insana geber, dediğimizde onun sade bir şekilde ölmesini bekleyemeyiz değil mi? Geberip gitmek nasıl olmalı ki?
Araba kazası, yangın, sel, felaket… Hayır, kuzum bahsettiğim son durak filmi vari kazalarda değil. Daha sofistike olmalı bence gebermek. İnsan son anını başkasının ağzındaki dileğe borçlu kalarak can veriyor ise hakkını da vermeli. Deep web internet sitelerindeki vahşi ölüm şekilleri boşa harcanmış hayat nidaları ata dursun, benim bahsettiğim şeyin yanına bile yaklaşamaz. Beni en çok etkileyen ölüm Lady Diana’nınki de değil mesela. Sanırım buğulu sesini her duyduğumda eve koşa koşa gidip albümünü haftalarca tekrara koyduğum Amy Winehouse da değil ama.
Gebermek traji komik olmalı. Buna şu ana kadar en çok yaklaşan ama başarısız olan Jr. Bush mesela. Kraker yerken boğuluyordu. Haberin başlıkları bile beni heyecanlandırmaya yetmişti. Başlığı okuduğum anda haber içeriğini okumaya devam etmemiştim. O sırada dünyada Amerika’nın yaptığı kötülüklerin bitmediğini anladığımda Bush’un da gebermediğini anlamıştım. Bu beynimde kodlanan bir Ivan Pavlov mesajıydı. Tıpkı evinde yaşadığım annemin bana yaptığı kötülüklerin bitmemesi gibi. Buda bir Ivan Pavlov mesajı mesela. Hayır, istediğim bana yaptıklarını anlatmak değil. Ben biran önce olaya girmek istiyorum. Keşke 28 basamaklı merdivenlerin birinde elinde çubuk kraker yerken ve beni sabahın 5.45’inde nasıl uyandıracağını düşündüğü anda sinsice odama gelirken bulsa ecel onu 28. basamakta. Düşene gülerim o da iyi bilir. Keşke nefesiz kalırken ve gırtlağındaki yetersiz tükürük ıslatamazken krakerini… Ben de onun gürültüsüne uyansam ve yanına geldiğimde onu o hâlde yerde gördüğüm anda yanına uzanıp gülmeye başlasam. Hava kor kömür renginde gün ağarırken ekim ayı bulutları göğü kaplarken ve döşemenin altından geçen sıcak su boruları sırtımızı ısıtırken o sonsuzluğa ben ise sonsuza kadar unutamayacağım bir trajediye gülerken bulsak kendimizi bizim asma tavan arasında. İşin ciddiyetine vardığım anda çağırdığım ambulans da işe yaramadığında yalın ayak indiğim beton üzerinde kurtaramadığım annemin arkasından bakakalsam. Zaman kime, neye göre akıcı? Sevdiğinizi sandıklarınız, sandıklara kapattığınız hatıralarınız olacak, arkasından el sallamayacaksınız gidişlerinin bu sefer ve saniyeler, saatler mertebesinde akacak. Tuzlu kraker yiyen her çocuğa düşman kesileceksiniz. ”Tansiyonun var, tuz sana yaramıyor. Yeme!” dediğiniz her an size nispet yaparcasına yediği tuzlu krakerlerin canı cehenneme mesela.
Uzun zaman kendinizi suçlayacaksınız. Ama sonra şunlar aklınıza gelecek. Ben daha 1 yaşında iken babam beni terk etmişti. Annem o zamanlar ucuz bir bakıcıya emanet ettiğinde beni, kadının kollarımda sigara söndüreceğini nerden akıl edebilirdi ki? Kadının oğlunun bana tecavüz edebileceğini aklına getirebilir miydi mesela? Peki, tüm bu gerçekleri öğrendikten sonra bunlara sessiz kalıp kimsesizliğini suçladığı her anda neyin hesabını kesmişti? Benim acıyan bedenimin mi? Kendisinin sızlayan vicdanının mı? Bizi terk eden babamın mı? Tüm bu olanlardan sonra neden bakıcım denen o mahlûkat ile uzun süren bir arkadaşlık etmişti mesela? Kadının hayatı kendi hayatından daha acınası olduğu için miydi? Hangi duygularını tatmin etmişti? Bu trajedide hangi merhamet affettirmişti ona yaşananları? Her canlı ölümü tadacağından mıydı yoksa bu kadar iyi niyet?
Ölüm annemden çok da ayrı tuttuğum bir kavram değildi. 4,5 yaşımda iken beni götürdüğü Beşiktaş sahilinde her akşam karar verdiği bir durumdu. Bütün cesaretiyle elimden tutarak yaklaştığı deniz kenarında her gece “Bu son gecemiz.” diye fısıldadığı sesi kulağımda hâlâ çınlıyor. İstanbul’da kasım rüzgarı sert olur bilenler bilir. Biri 36 diğeri 8 numara iki çift ayakkabı bırakıp arkamızda gebermemiz gerektiğini düşünürdü hep annem. Oysa yıllar geçtikçe daha karamsarlaşan, daha geçimsizleşen bu kadını orada ben öldürmeliydim. Arkasından sinsice itmeli, azgın sularda nasıl boğulduğunu izlemeli, beni kurtaran itfaiyeci amcaların çayıyla içimi ısıtırken muhtemelen beni almaya gelen teyzemin kucağında uyumalıydım annemin cesetini balık adamların aradığı sırada. Geberip gitmek trajikomik olmalı canlarım. Merdaneli makinenin plastik hortumuyla her pazar akşamı banyo gününde sıcak su eşliğinde halasından dayak yiyen çocuğun öcünü almalıydı adaletli dediğiniz putlarınız. Buna sessiz kalan annesi çaresizliğini suçlarken yanlışlıkla kestiği parmağının açık yarasına uzaktan esen bir lodos rüzgârıyla gelen Afrika gül yaprağının üzerindeki labaratuvar virüsünün bulaşması ile yavaş ve acılı ölmeliydi ya da ayağı kaymalıydı. Düşerken serin sulara doğru hiç bırakmadığı elimden eldivenimin kayıp gitmesi gibi. Ben karada bağırırken ve gülerken o Boğaz’ın serin sularında boğulsaydı. Ben düşene gülerim o bunu iyi bilir. Son nefesinde beni ilk ve son kez güldürdüğü için mutlu olabilirdi en azından. Her gece dualarıma yine sokardım hiç ölmemesine rağmen soktuğum gibi. Her sabah saat 5.45’te kapımın çalınmadan içeriye girip bana gelene kadar 6 saatin yanından bir hayalet gibi kayarak geçtiğinde dahi bıkmadan usanmadan saati söylediğim gibi söylerdim dualarımı resminin başına giderek.
Benim hâlâ gelecekten umudum var ama. Sevdiklerimin ölümünde hiç bir zaman ülkede olmadım. Dayım ve dedem (annemin babası) vefat ettiklerinde hep başka yerlerdeydim. Cenazelerini bile görmediğim bu insanların bende bıraktıkları boşluğu tarif edebilecek bir uzay boşluğu dahi yok. Annem söylemişti ”Sevdiklerin ölür de onları mezara koyarken başlarında olursan onları bir daha rüyanda göremezsin.” diye. Belki ellerimle koyacağım mezarına seni ve bir daha rüyalarımda bile görmeyeceğim. Nefret ettiğimi düşünmeyin. Sırf anneme küfür etti diye döverek hastanelik ettiğim lise arkadaşım bu yazıyı okusaydı ve benim yazdığımı bilseydi eminim adam toplayıp beni döverdi. Boşuna kırılan 3 kaburga kemiği ve bir kol kırığının bedelini ödetmiş olurdu.
Mevzu sevmemem değil sevme biçimim. Ben ondan nefet ettikçe bağlanıyorum mesela. Günde aradığı 10 telefon çağrısına bilerek cevap veriyor, konuşmaları uzun tutuyorum. Kullandığım kulaklıkla kendimi bir nebze radyasyondan koruyorum ama o alışamadığı 2000’lerde sevmediği kulaklıklarını bozduğu zaman ve telefonla benimle konuşup içini her rahatlattığında beynine bir kanser hücresi daha ekliyor. Bu durumun yavaşça onu ele geçireceğini ve zamanı gelince uzun acı dolu bir ölüme sürükleyeceğinin ben de farkındayım. Elimden geldiği kadar uyarılarımı yapıyorum, yılda bir defa mesela. Tek erkek çocuğu olan bir adamın tek erkek çocuğu olarak dünyada tekilliğin yüklemiş olduğu sorumluluklar altında bir de şizoyist anne düşünceleriyle ”Kimseden bir şey alıp yeme, kimseye ne olduğunu söyleme, ismini soran olursa kaç oradan, sana etnik kökenini soran olursa sakın sesini çıkarma!” nutuklarıyla boğularak okula gönderilen çocuğun dramını kimsenin yazmayacağını anladığım anda bir şeyler yapmam gerektiğini anlamıştım. Onun yerine kendini koymak da zor mesela. Aklıma hep sandalyeye bağlanan atı getiriyor annemin yerinde olmak. Esaret zihninde başlayıp zihninde bitiyor gerçekten de. Zaten birçok anlamda zayıf kaldığını düşündüğü evladı bir de eşcinselmiş. Öğrendiği anda ölmesini isterdim. Fakat o benim ölmemi istedi ki geride kalan 3 dayımın saatlerce dövdükleri fabrika hangarından sağ çıktığımı öğrendiğinde hayal kırıkılığı içerisinde idi.
Sevginin emek olduğunu düşünen Yeşilçam duygusallığı da kurtarmamıştı onu bu vicdan acısından ki karşıma geçtiğinde şunları sayıyordu bana başı dik bir şekilde:
“Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Orospuluk yapmadım, oğlum üvey baba ellerinde kalmasın diye çitiledim gençliğimi yollarda. Sen hatırlarsın. 96 yılında kara bir kışta memlekete giderken teröristler durdurmuştu arabayı. İçlerinden pos bıyıklı yanakları kıpkırmızı olan burnu kocaman bir adam bizi dışarı çıkarmıştı. Tunceli-Erzincan yolu dile gelse de söylese. Bana “Sen işe yaramazsın, oğlunu ver.” dediklerinde arabanın elimdeki anahtarını ve cebimdeki parayı bırakmıştım herife. İçinde kalacağımız tipide beraber ölecektik sonrasında. Uzun bir sessizlik vardı. Sen korkma diye kafanı göğsüme bastırdığım anda analık duygumu kemiklerime kadar hissetmiştim. Öyle ki memelerimden süt akmıştı. Orta yaşlı bir adam bana hangi köydensin dediğinde içlerinden bir kadın çıkmıştı bir adım öne. Bana 5 yaşından 15 yaşıma kadar beraber büyüdüğüm kız arkadaşımın bir trafik kazasında öldüğünü söylemişlerdi. Adı Nevin idi. Onun hiç yapılmayan cenaze töreninden şüphelenmez iken karşımıza orada çıkması tesadüf değildi. Nevin yanıma yaklaştı ve boynuma sarıldı. Görüntüsü çok değişmişti ama kokusu hâlâ aynıydı. “Merak etme tek ihtiyacımız biraz para. Gerisi sizde kalabilir.” dediğinde bileklerimdeki bilezikleri, yanımızdaki parayı ve senin sünnettinden hediye kolundaki künyeyi vermiştim onlara. Nevin oradaki orta yaşlı adama kürtçe bir laf söyledi. Göğsüne sardığı bir puşi içerisinden bana bir fotoğraf uzattı ve bizi arabaya bindirdi. Arabayı çalıştırdığımda göğsümden gelen sütün sıcaklığı ile irkildim. Nevin arabanın camına vurdu ve beni kendime getirdi. Allah’tan arabayla şehre gidecek kadar gücümü toparlamıştım. Gider gitmez sattığım arabanın parasıyla geri döndük İstanbula. Döner dönmez Cumartesi Anneleri’nin kapısında aldım soluğu. Nevin’in annesi gönüllüydü orada. Yaşadığımız olayı anlatırken annesine kendisinin bir fotoğrafını götürdüğümde bileklerimi koparırcasına çıkardıkları bileziklerimin yerleri kan içerisinde idi hâlâ. Canımı acıtan yaralarım değildi ama. Kızının resmini gördüğünde gözyaşları düşerken yere altı boş döşemeden ses geliyordu. Her ses göğsüme saplanıyor, içimi parçalıyordu. Yavrusu hiç bilmediği bir yabanda büyüyen bir annenin acısı yavrusu için savaşan bir annenin yarım kalan duygularının acısını eziyordu. Anne olmanın ne olduğunu o zaman anladım. 6 yıl akıl hastası kayınbabamın, elinde balta, arkamda durduğu ve beni öldürmek istediği o anda sen daha kundaktaydın sevgili oğlum. Koşup sana sarıldığımda ve seninle beraber o evi terk ettiğimde baban söylemişti olacakları. “Ben giderim, sen yalnızsın bu hayatta.” dediğinde 1 saniye bile kal demedim hayatta sevdiğim tek adama. Bir gün nefret edeceğin bu kadına borcun bu kadar aslında sevgili oğlum. Senden istediğim aile kurmak, bana bir torun vermek de değil aslında. Erkeklerden bu kadar zarar görmüş bir kadından nasıl ders çıkarmadığın. Etnik kökeni azınlık olup doğulu olup anneden az biraz Kürt, babadan Karadenizli, teni esmer, kendisi şişman bir herifsin. Seni kim sevsin be oğlum?” dediği anda annemi öldürdüm.
Yazan: persona
1. Sayı