Sokağın içerisinde öylece dolaşıp fotoğraf çekiyordum anlamsızca. Röportaj yapacak birilerini düşünüyordum ya da arıyordum. Yetenekli bir sokak sanatçısının duvara çizdiği bir portreye dalmıştım. Hemen yanındaki çöp bidonunun kenarından sarkan kağıt parçasını gördüm. Kargacık burgacık yazıyı çözerken, dizlerimin bağı çözüldü ilk cümle ile. Olduğum yerde kaldırıma oturdum, kalbim hızlanmıştı öfke-acı karışımı bir his içerisindeydim. Yazıyı nazikçe katlayıp cebime koydum. Eve gitmek istedim sadece. Saatlerce yazıyı okuyup, yazarı bulmak istedim, sarılıp ben yanındayım demek istedim. Bazen birine sadece yanındayım demek bile o kadar çok şeyi değiştiriyor ki; mesela bir intiharı engelleyebiliyor! Acaba yazan kişi hala hayatta mı diye kendime bir anksiyete daha ekledim ve izin almadan, tek taraflı bu röportaj olmayan yazıyı paylaşmaya kadar verdim.
Çocuk yaşta tecavüze uğrayınca ne oluyor biliyor musunuz?
Umarım bilmiyorsunuzdur. Ben ne zaman haberini okusam bir yerlerde; çocukken çok sevdiğim, artık üzerine evler dikilmiş olan boş arazideki küçücük toprak yığınına gidip (ben ona ağlama tepesi derdim) saatlerce, günlerce kalmak istiyorum. Ancak büyüdüğümde bunun psikolojide bir tür katatoni (kendini tehlikelerden izole ettiğini sandığın beynin kendini kapatma ve güvende hissetme durumu) olduğunu öğrendim.
Ergen yaşlarda okuduğum Dean R. Koontz’a ve Patrica Cornwell‘e bana bu öğretiyi kattıkları için teşekkürlerimi iletmek için sanırım en doğru zaman.
Hiç de anlatıldığı gibi olmuyor aslında yaşananlar. Yani anlatan da tam olarak bunu size aktarmıyor bence. Bir geminin batışını dışarıdan izlemek ve içerde olmak arasındaki fark gibi.
Hiçbir kelime tam yerini bulamadı içimdeki bu hissi anlatmak için. Bazen küfürlü, nefret dolu kelimeler kullandım ama yararı olmadı. İntikam doldu içim kendi öfkemi yatıştırmak için. Zaman her şeyin ilacı değil aslında. Zaman geçtikçe içimdeki sesler sadece çığlık çığlığa; beni kurtar demekten öteye geçemedi.
Erken saatte uyanmaya anne karnındayken başlamanın bedeli olduğunu bilemezdim. Herkesin uyuduğu o saatlerde, yan dairedeki akraba evine gitmesiyle yer yatağında yatan iki kardeşin, kalkmış uzuvlarına hizmet olsun diye; beş dakikalık zevklerine ödemek olmamalıydı erkenden uyanmak.
Manipüle edilerek, istismar edildiğinden haberin olmaması yıllarca…
Hala çok geç saate kadar uyuyamam! Erkenden kalkıp bir şeyler yapmalıyım ki, geç olmadan kendime gelmeli, yine yanlış bir yere gitmemeliyim! Sabah seksini sevmeyenler arasındayım yani ben de.
Aklınız başınıza erdiğinde etrafınızdaki insanların konuşmalarından duyduğunuza göre bir erkek bir erkek ile birlikte olduğunda; hem sapık, hem günahkâr, hem asla cehennem azabından kurtulamaz olduğunu öğreniyorsunuz. Tüm dinlerde bu şekildedir, istenmeyen ve hatta “evlerden ırak olsun, ölsün daha iyi” olan biri oluyor öyle insanlar.
Mahalle dedikodularına şahit olmuşluğum var. Etrafta bir haberi duyulursa iki oğlan çocuğunun böyle yakınlaşmaları hemen bir telaş alıyor aileleri;
“Aman Yarabbi! Ya etraf öğrenirse?” Ay! Şimdi kılıbık mı olacak, nonoş mu olacak, ay! peruk takıp kendini mi satacak üç beş kuruşa!” bunun gibi daha nice laflar dönerken, kendi çocuklarının da maruz kaldığı bu tacizi bilmedikleri için, başka eşcinseller hakkında söylenen bu sözler öyle işliyor ki içinize; evden adım atmak istemiyorsunuz.
Sonra başlıyorlar başka konuşmalara; “Çok pısırık bu, gözünün açılması lazım, sokağa çıkmıyor, insan arasına karışması lazım.” İstemeye istemeye babanızın dükkânında buluyorsunuz kendinizi. Etrafı görsün biraz kendini açsın diye iyi niyetle yapılan! bir destek çalışması. Haklılar kimin aklına gelirdi ki, nesi var bu çocuğun sorusuna cevabın “bana şey yaptılar!” olacağı. Sormadılar da zaten. Gözüne far tutulmuş tavşan gibi ürkek etrafına bakarken, yaşını başını almış; senin içe kapanıklığının sebebini bilmeyen adamların, sözüm ona senin bu içe kapanıklığını gidermek adına yaptıkları, bel altı konuşmalar, el şakaları, saçma sapan göndermelerle iyice içerisine doğru çöken bir kuyuya dönüyorsunuz.
İşe giderken ve eve dönerken başınız önde. Eğ başını! Sapıksın sen! Zaten cehennem bile almayacak seni! Kesin hastalık kapmışsındır!
İbadete yönelip kendini affettirmeye çalışırken her rükûya vardığında arkanda birinin varlığını hissetmek. Camidesin birden doğrulup kaçamazsın. Kimse yok arkanda dersin ama kendini inandıramazsın. Evde ibadetini yaparken, gizlice ağlama krizleri. Ağlayınca da haydi bakalım, abdest de gitti. Tekrar ve tekrar üst üste kılınan namazlar, çekilen tespihler, kaza namazları yüzlerce… Secdeye az kaldı kapaklan yere, yakar Allah’ına. Affet beni diye. Namaz ibadeti sonrası her dua sonunda edilen “Bana sağlık ve huzur ver bana onu yap bunu gönder…” yakarışlarının yerine senden iki sözcük dökülür sadece “ Beni al yanına, cehenneme razıyım!”
Yıllar süren ibadetlerde beklersin unutmayı. Zaman her şeyin ilacı değil demiştim. Unutulmuyor bazı şeyler. İsyan ardından… “Ne dualar kabul ettin, beni görmüyorsun. Unutturmuyorsun da! Sen beni sevmiyor musun? Ben de sana kızgınım! Çocuktum ben! Nasıl koruyamazsın ki? Yani evreni yaratmışsın ama!” Ve kaçınılmaz son. İstemiyor işte seni… Kabullen…
Utanmak; dolmuşta, otobüste acaba birileri mahrem yerlerime bakıyor mu diyerek elini, kolunu hep önünde tutmak, ya bakıyorsa bana diyerek. Ama bir yandan da kimseye çaktırmadan, görüp beğendiğin erkeği gizlice süzmek. Kendinden utanıp, kızarmak, kalp atışı. Okulda, akraba içinde ya benim hakkımda konuşuyorlarsa, ya öğrenmişlerse, ya akşama her şeyi öğrenen baban öldüresiye döverse. Ya da öldürürse. Ya ailenin mutluluğuna! Zeval gelirse.
Aslında öğrenseler iyi değil mi? Belki onlar yardımcı olur? Belki beni onlar affeder! Öğrenildi! Başka akrabalar keşfetti. Babaya söylenmedi. Ses yok. Kol kırıldı yen içinde kaldı. Umursamıyorlar seni… Kabullen…
En son 30 yaşımda bir doktor benim yukarıda anlattıklarımı aktarırken bana duygusuz ve acımasız bir üslup takındığım için “Üzgünüm! İlaç durumu değil, bu duygularını yitirmektir, Psikoloğa gitmek zorundasın!” diyerek reçetemi yazdı.
Aradan geçen onca zaman sonrasında ise yukarıda anlattığım her şey evet aklıma bile gelmiyor gün içerisinde. Ancak, beynime öyle kodlarla kazımışım ki; tüm hayatımın her alanına ayrı ayrı hasarlar yaratmışım. Ailemden uzaklaşmışım. Arkadaşlarımın arasında hep bir derdi (paraydı, işti, aşktı, hastalıktı, ansiyetesiydi, paniğiydi) olan kişi kalmışım. Sanata, Edebiyata yatkın ve başarılı olduğumu bildiğim halde, “Ne biçim oldu bu be!” diyerek kendimi beğenmemişim. Çıktıklarım arasında, kendini acındıran, sevgi dilenen, ilgi isteyen, ilgisiz, sevgisiz kalınca sorun çıkaran kişi olmuşum. Aslında sevgiyi, değer verilmeyi hak etmediğimi kendime sürekli tekrar eden ben olduğum için hep kurban rolünü pay biçmişim kendime.
İstemiyor işte… Kabullen…
Umursamıyor işte… Kabullen…
Psikoloğa paranız yoksa, kendinizi dinle de artık avutamıyorsanız, etrafınızdaki bir kişiye bile bunu anlatamadıysanız, öğrenenler de eli kolu bağlı kalmışsa, kimsenin aklına gelmemişse o lanet binayı ateşe vermek; hasarlı biri olup kalıyorsunuz.
Çocukken tecavüze uğrayınca ne oluyor biliyor musunuz? Hep bir damla gözyaşı hayatınızın her yanına sıçrıyor, bir türlü sizi büyütmüyor… Kendini, hep tam olmamış, eksik kalmış olarak görmekten utanıyor, bir yandan da hayata tutunmak için bir bahane arıyorsunuz. En sonunda her şeyi kabullendiğinizde, bu itirafnameye ihtiyaç duyuyorsunuz ki, psikoloğum içinden geçenleri yaz sonra çöpe at demişti. Kabullendiğiniz yanlışları düzeltmek için hayattan bir şans daha diliyorsunuz. Belki bu itirafname işe yarar. Denemekten bir şey olmaz.
Umarım bunu okursun ve beni affedersin. Umarım bunu birileri okur ve etrafındaki insanlara daha derinden bakmayı öğrenir. Yalnız kalarak kendinize iyilik yapmadığımızı anlamalıyız ve birilerinden yardım istemenin kötü bir alışkanlık olmadığını öğrenmeliyiz. Kim bilir belki bir gün herkes etrafında olup biten böyle benzer hikayeler olduğunda susmak yerine, sesini yükseltir ve daha başlamadan sonu yazılan hayatları kurtarmak için gerekli cesareti daha doğrusu vicdanı bulur.
Sesinizi yükseltin, vicdanınızı rahatsız eden her şey için!
Çöpte bile olsa yazılan her şeye değer veren kaldırım yazarı; Ümit GÜL