Aramızdaki Duvarlar

Eğitim hayatına başladığımız yıllardan hatırlayabildiğimiz en keskin cümle ” Aile, toplumun en küçük yapı taşı ve temelidir.” olsa gerek. Küçük sevmeyen arkadaşlarımız için 1 TL fark ile bağımsızlığınızı kazanana kadar maruz kalabileceğiniz ekstra baskılı geniş aile modelleri de mevcut elbette ama hatırlatmakta fayda var, önemli olan ailenin işlevi. İşlevi o kadar önemli ki eğitimin esas başladığı bu kurumun ardından okul eğitimimize ABC eğitimi bittikten hemen sonra parçası olduğumuz bu oluşumu tanıyarak devam ederiz. Çünkü toplum, bireyi direkt olarak etkileyen gerçek ilişkiler bütünüdür denir ve onu oluşturan yapıyı tanımak atılması gereken ilk adım olarak görülür. Toplum, duvar gibi düşündürtülür; değerleri, gelenekleri, üretimi, geleceği çevreleyen ve koruyan, sapa sağlam ve yıkılması ardındaki birikmiş tüm felaketleri içeriye sızdıracak bir duvar. Biz hala ağzımızda şekerle yampiri yampiri dolaşıyorken, aile bireylerini bilinç kazanmaya başladıkça henüz yeni yeni tanımaya başlamışken, bu insanların kim olduğunu, önemli olup olmadıklarını ve hayatımızda nereye koymamız gerektiğini henüz kavrayamamışken, bu öğreti bizi zahmetten kurtarmaya ant içmiş gibi bir hali olan öğretmenlerimizce beynimize kanun gibi kazınır. Peki bireylerin tamamı toplumun bir parçası iken -bakınız erkekler, kadınlar, çocuklar, çalışanlar, engelliler, işsizler, a grubundan olanlar, b grubundan olanlar gibi sıfatlar üzerinden değil en genel tanım olan birey tanımı üzerinden yola çıkıyoruz- ve hepimiz bir bütünü oluşturuyorken nasıl oluyor da biz LGBTİ topluluğunun fertleri olarak, toplumu ve aile hayatını baltalayan bir güruh muamelesine maruz bırakılıyoruz? Hangi mantık sahibi birey parçası olduğu bütünün yıkılmasına sebep olarak var olmayı hedefleyebilir ki? Bu mantık dahilinde, bizi sadece aile parçalayan bir yok edici unsur olarak görebilecekleri ihtimalini düşünerek ailelerimize de kendimizi anlatmaya korkuyoruz, oysa ki bizi ilk onların anlamasını sağlamamız gerekirdi. Böylece herkes kapısının önündeki pisliği süpürmüş olacaktı ve beyinlerimiz nefretten arınmış şekilde tertemiz bir hayatın sokaklarında uykuya dalacaktık. Eğitimin başladığı yer olan ailemizi kendimiz hakkında bilinçlendirme ve eğitme sırası bizde olacaktı çünkü ne de olsa aile her şeyden önce geliyor ve önce onların bilmesi gerekiyordu. Muhtaç olduğumuzdan değil de birlik ve beraberliğin, sevginin ve saygının gücünü ve güzelliğini bildiğimizden bir kişi bile dışarıda kalmayacak şekilde bu güzellikleri paylaşabilmek istediğimizden.

 

Aileyi şimdilik bir kenara bırakıp topluma dönecek olursak, bu duvar ayakta kalmalıdır çünkü bu sosyal yaşamın seyri için çok önemlidir. Benzetmeler üzerinden yapıyı ele almak gerekirse aileler, duvarı meydana getiren tuğla görevi görür ve onları birbirine bağlayan o tutucu malzemeyse geçmişten günümüze gelen, insanlığın tüm birikimlerinin karılması ile oluşturulan harçtır. Birikimlerden kastımız elbette ki zaman içinde sabitleşmiş gelenek ve görenekler bütünüdür. Bu standartlaştırılmış hayat düzeni yine standartlaştırılmış bir normal tanımı üzerine kuruludur. Ancak günümüzde her konuda erişilebilir seçenekler tekdüzeliği yerle bir etmiş ve bu, yaşam tarzlarına da yansımıştır. Eskiden kısıtlı imkanların neticesinde insanları konforlu alanlarına sırasıyla iyi bir eğitim, mezun olmak, iş bulmak ve evlenerek düzenli bir yaşam devridaimi oluşturmak gibi eylemler ulaştırmaktaydı. Özellikle evlenmek, aile kurmak ve çocuk sahibi olarak nesilleri devam ettirmek çok önemli bir etkinlik olarak kişinin öncelikleri arasında görülüyordu. Şimdilerde ise bu evrelerin her birinde sayısız imkan dahilinde sayısız deneyim ve tatlara ulaşabilen insanın hayatında, aldığı zevklerin doyum noktasının üst seviyelere çıkması göz önüne alınınca, bağımsız ve bireysel yaşam sınırlarına başka insanların sorumluluklarının girmesiyle insanlar, bu lezzet bahçesinde erişebilecekleri lezzetlere ister istemez bir sınırlandırma geleceği gerçeğinin hissettirdiği baskıyla evlenip çocuk sahibi olmayı eskisi kadar önemli bulmuyor veya en azından evlenme konusuna eskisi kadar aceleci yaklaşmıyor ve de bunu yapılacaklar listesinde ilk sıralardan oldukça geriye atıyorlar. Evlilik kurumu eskiye nazaran insanların gözünde önemini yitirse dahi çoğu kişi halihazırda içerisinde yetiştiği bu yaşam düzeninin alışkanlığından olsa gerek eksikliğini de dolduramıyor ve birliktelik çeşitlerinin doğmasını sağlıyorlar. Kanunen belirlenmiş bir birliktelik (nikah) olmadan birlikte yaşamak gibi. Tahmin etmesi zor olmasa gerek, bunlara da karşı çıkan ahlak bekçisi bir kitle var ve bu gibi durumlar için de gürültü kirliliğine hizmet edercesine bağırıyorlar ancak onlar için eşcinsel birlikteliğe nazaran daha az günah olduğu için – evet arkadaşlar günahında az günah ve çok günah gibi  ölçütleri vardır, bir de günahımsı vardır ki günaha girip girmediğinin sorgusuna sokar insanı, yanacak bir günahkar olup olmamanın ikileminde küçük çıldırmalar yaşatır ama o alt başlıklardan, buna da başka zaman bakarız.- LGBTİ bireylere bağırdıkları kadar yüksek bir sesle değil. Gördüğünüz gibi ayrımcılığa uğrarken bile eşit değiliz. Ahlak bekçilerimizin gayrimeşru olarak nitelendirdikleri bir ilişki biçimi dahi yine kendilerince kabul gören cinsiyete dayalı, çifte standartlı (ilişki tarafların karşı cins olmasının, aynı cins olmasına oranla daha kabul edilebilir olması gibi) yorumlarıyla içlerindeki “ Bu ahlaksızlığa bir son ver!” emrini ufak bir ayıplama ve söylenme ile susturabiliyor da bizim ilişkilerimizin de sadece sevmekten ibaret olduğu bir türlü anlaşılamıyor ve kimse istediği cinsiyette olup istediği cinsiyeti sevmekte özgür bırakılamıyor. Niye? Çünkü duvar öyle örülmez!

 

Her zaman birden fazla seçenek olduğunu hatırlatarak duvar örmenin başka yolları da olduğunu kanıtlayabilmemiz gerekiyor. Çünkü ailelerin, duvar örülürken tuğlalar aralarında boşluk kalmayacak şekilde dizilmesi gerektiğine olan inancı (ki bu tekdüzelikten öteye geçemeyen kısır bir döngüye hapsolmaktan öte bir şey değil) duvarın sağlam olması ve ayakta kalabilmesi adına zaruri gördükleri tek yoldur. Çağ olmuş milenyum, yıl olmuş iki bin bilmem kaç, hala düz duvar örme ilkelliğindeler. Birilerinin bu arkadaşlara mimarinin, estetiğin geldiği noktayı göstermesi lazım. Anlamalarına en çok ihtiyaç duyanlar biz olduğumuz için sanırım bizlere ciddi sorumluklar düşüyor. Sırf bu sebep dahi kendimizi daha çok geliştirip, önemli yerlerin önemli insanları olarak saygınlığımızı en başta öz mutluluğumuz ve kaliteli hayat standardımız için kendimize sonra topluma kanıtlamalıyız gerçeğini göz önüne seriyor. Sonra oturup izleriz; kim toplumun temel taşı olabiliyormuş da kim olamıyormuş?! Ayrıca “Biz her koşulda sizden daha da taş gibiyiz bi kere. Sizin tuğlalığınız bize sökmez.” diyesim geliyor, madilik çıkmasın diye susuyorum. Boşuna “straight” demiyorlar böylelerine. Düzlüğe kafayı takmış gibiler. Neyse, ne diyorduk? Tuğlalar…Tuğlalara dönecek olursak bu tuğla kafalı arkadaşlarımızın aileyi; doğurma eylemine sahip olunan bir eşleşmenin döngüsünden ibaret bir yapıya indirgemeleri, birlikteliklerimizin nesiller yaratarak toplumun devamlılığını sağlama yetisi bulunmadığından duvardaki tuğlaların diziliminde bir tuğlalık yeri boş bırakarak devam ettirdiğimiz düşüncesine itmekte ve duvarı zayıflattığımıza dair yanlış bir algının doğmasına sebep olmaktadır. Gelin görün ki aile sevgisine ve yardıma muhtaç bu kadar sahipsiz kalmış çocuğun olduğu bir dünya olduğu için buna gerek de yoktur, biz yenilerini biz yapmasak da olur. Biz, o annesiz babasız çocukları da evlat edinerek onların aile, bizlerin evlat boşluğunu doldurarak birbirimizi de toplumu da tamamlayabiliriz. O boş kalmasına neden olacağımızı düşündükleri boşlukları, sadece kendi mutluluğumuzu düşünerek değil çoğu kişinin bir el sayacağı evladı da öz mutluluğumuz sayarak dünyaya daha fazla fayda sağlayacak şekilde de doldururuz. Yapıcı güç olmak yerine onarıcı güç olabiliriz. En azından kanayan bir yaraya iyileştirici bir etki sağlayabiliriz. Bunu belirttikten sonra sosyal mesajımızı vermeyi atlamayalım istiyorum ama “Daha evlenme fikrimizi geç kendimizi kabul ettirememişken çocuk evlat edinmesi mi kaldı?” dediğinizi duyar gibiyim, demeyin öyle şeyler. En bilindik motivasyon cümlemizi hatırlayalım: “İnanmak, başarmanın yarısıdır.” Başaracağız. Tabi her eşcinselin hayat beklentisi bu yönde olmayabilir, bildiğimiz üzere herkesin hayattan beklentileri farklıdır. Evlenmek ister çocuk istemez, birlikteliği olsun ister evlenmek istemez vesaire, kendisini muhakkak bir tuğla oluşturmalıyım gibi bir zaruriyet içinde de hissetmeyebilir. Keza öyledir, birey olarak böyle bir zorunluluğumuz yok. Birlikteliklerimiz – evliliklerimiz çocuk yapabilmek gibi düşünme yetisi olmayan hayvanların da yapabildiği gibi kıstaslara dayalı olsaydı (Sonuçta maymunlar da doğuruyor ve yavrularına bakıp büyütüyorlar. Aile kurmak o kadar da zor değil yani, önemli olan doğmasına vesile olduğun ve bilinci olan o canlıyı doğru, iyi ve yararlı bir bağımsız bilinç olarak yetiştirebilmek.), çocuğu olmayan ailelerin de toplumca dışlanıyor olması gerekirdi. Bu yüzden insanlar eşcinsel bir kişinin örülen duvarda bir boşluk oluşturduğunu düşünseler bile, tuğlalar arasında boşluk bırakılarak da örülebildiğinin kanıtları olacak şekilde yaşadığımız hayatlarla örnek teşkil edebiliriz. Bunun yanında düz örülmüş duvarlar içerisinde sırf estetiği için boşluklarla örülmüş kısımların olduğu, bu iki yapının iç içe olduğu duvarlar da var. Hepsi aynı görevi görüyor, tek bir çizgi üzerinde sapasağlam ayakta duruyor biz neden durmayalım? Aramızdaki duvarları yıkmalı, kafalarda kalan molozlardan kurtulmalı ve yıkıntılardan geriye kalan tuğlaları da dönüşüme sokarak hep birlikte ayıran değil koruyan bir duvar örebilmek umuduyla…

 

Hazırlayan: nstrgt

12. SAYI

HOMOJENOku

İndir