“Eşcinsellik” ne kadar cinsel içerikli, ne kadar terbiyesiz bir kelime değil mi? İçinde cinsellik var aman yanarız! Hemen uzaklaşalım ahlakımız bozulmasın. Bunları derken bir yandan da her seferinde insanların bilinmeyenden korktuğunu söyleyip dururuz. Peki, bir şeylere açıklık getirmeden, onu araştırmadan, açıklamadan o bilinmeyene karşı oluşan korkumuzdan nasıl kurtulabiliriz? İşte bilim insanları da bu sorudan hareketle birçok insanın adını duyunca korktuğu, belki de insanlık tarihi kadar eski bir kökene sahip olan eşcinselliği diğer adıyla homoseksüelliği araştırmaya ve tanımlamaya başlamışlardır.
İlk bilimsel sayılabilecek araştırmalar 1952 yılında yapılan DSM-1’de yer almaktadır. Tam olarak bilimsel demiyorum çünkü o dönemde, daha savaştan yeni çıkmış bir dünya ve dini güçlerin hâkim olduğu bir zaman var. Buradan kaynaklı olarak DSM (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) yöneldiği konuları açıklamaktan ziyade direkt belirttiği konuları sorun olarak adlandırmış ve onlarla ilgili çözüm yolları sunmuştur yani eşcinselliği homoseksüalite başlığı altında hastalık olarak sınıflandırmıştır. Bu durum 16 yıl sonra yayımlanan DSM-2’de de devam etmiştir ama farklı bir adla: “cinsel yönelimde bozulma”. Bu sınıflamalardan kaynaklı olarak toplumda zaten dışlanan eşcinseller daha da dışlanmaya ve hor görülmeye başlanmıştır. Tüm bunların sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde Stonewall ayaklanması başlamış ve bu sayede eşcinsellerin seslerini duyurmaları hızlanmıştır. Bu ayaklanma sonrasında geçen süre zarfında yani yaklaşık 12 yıldan sonra yapılan araştırmaların neticesinde DSM-2 güncellenmiş ve onun yerini DSM-3 almıştır. Bu, her ne kadar tam bilimsel bir tanı kitabı olmasa da diğer ikisine göre daha işlevsel bir kitaptır, çünkü bu kitap kesinlik taşımamaktadır. Bu kitapta “İnsanları direkt hasta olarak nitelendirmek yerine her kişiyle belirtiler ayrı ayrı konuşulmalı, gözlemlenmeli ve ona göre ayrıntılı bir plan çıkarılmalı.” Denmiştir. Fakat kitabın sıkıntısı daha başta geçerliğinin olmadığının kabul edilmesidir. Bu yüzden DSM-3, 1987 yılında yenilenmiş ve DSM-3R oluşturulmuştur.
- yüzyıla gelindiğinde ise teknolojinin gelişmesi, bilgi toplumuna geçilmesi, özgür düşüncenin güçlenmesi gibi birçok faktör sonrasında DSM-3 gitmiş onun yerine 2004 yılında DSM-4 gelmiştir. Yapılan bağımsız araştırmalar neticesinde eşcinsellik bir hastalık kategorisinden çıkarılmıştır. Ayrıca eşcinsellik 20. yüzyılın sonlarına doğru, 17 Mayıs 1990’da yapılan 43. Dünya Sağlık Kongresi’nin onayıyla ICD-10(uluslararası hastalık sınıflaması)’dan hastalık olmaktan çıkarılmıştır Tüm bunların sonucunda artık eşcinselliğin de düzcinsellik(heteroseksüellik) gibi normal bir cinsel bir yönelim olduğu anlaşılmıştır. DSM-4’te ise oluşan sıkıntı şudur: “Transeksüalite” cinsel kimlik bozukluğu olarak kabul edilmiştir. Transeksüalitenin bir bozukluk olmadığı, bu bireylerin doğuştan itibaren kendilerini bulundukları cinsiyete ait hissetmedikleri birçok çalışmayla kanıtlanmıştır. Bu hatadan dönülmesi için 2013 yılında kitap tekrar değiştirilmiş ve DSM-5 olarak yeniden güncellenmiştir. Bu kitap şu an hâlâ geçerliğini koruyan en tarafsız ve en doğru psikiyatri tanı kitabıdır. Bu demek değil ki içerisinde değişiklik olmayacak. Tabi ki ilerleyen araştırmalar ve çalışmalar sonucu şu an hastalık olarak adlandırılan şeyler değişebilir ya da farklı isimlerle adlandırılabilir. Bunlar ancak yapılan tarafsız araştırmalar sonucunda olabilecek şeyler. Fakat bilinen gerçek bir şey var ki o da eşcinsellik ve transeksüellik bir hastalık değil, insan farklılıklarından biri olan doğal bir durumdur. O yüzden eşcinselliğin bozukluk ya da hastalık olduğunu ve bunun tedavisinin olduğunu söyleyen hiçbir yaklaşım güvenilir ve geçerli değildir. Bu yaklaşımların bazılarından bahsedip insanları bilgilendirmenin birçok yanlışa engel olacağı kanısındayım.
Öncelikle değinmek istediğim konu klasik psikanalizde yer alan baskın anne-zayıf baba fenomenidir. Bu fenomene göre erkek eşcinselliğinin temel sebebi, babanın suskun annenin ise güçlü olmasıdır. Bu fenomenin geçersizliği yıllar önce kanıtlanmıştır. Bunu modern psikanalistler bile kabul etmiştir. Bir insanın baskın ya da çekinik olması onun kişilik özelliğidir. Bunların gözlenmesi, özellikle erkek çocuğun baskın anneyi ve zayıf babayı gözlemlemesi onun cinsel yönelimini etkileyen bir durum değildir. Çünkü şu an mevcut tüm bilimsel otoritelerin ortak görüşü neticesinde eşcinsellik, hemcinse karşı duyulan romantik ve cinsel çekimler olarak tanımlanmakta ve bunun insan cinselliğinin normal ve pozitif bir varyasyonu olduğu kabul görmektedir. Ayrıca Amerikan Pediatri Akademisi’nin yapmış olduğu şu açıklamada eşcinselliğin -aynı zamanda heteroseksüelliğin de- ailenin içsel dinamikleriyle alakası olmadığını, biyolojik etmenlerin daha önemli olduğunu bizlere açıkça göstermektedir:
“Herhangi bir cinsel yönelimin gelişiminin mekanizmaları belirsizliğini sürdürmektedir ama şu anki kaynaklar ve bu alandaki çoğu uzman, cinsel yönelimin bir tercih/seçim olmadığını belirtmektedir. Kişi eşcinsel ya da heteroseksüel olmayı kendisi seçmemektedir. Cinsel yönelimle ilgili çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Cinsel yönelim muhtemelen tek bir faktör tarafından değil, genetik, hormonal ve çevresel faktörlerin etkileşimiyle oluşmaktadır. Son 10 yılda biyolojik temelli teoriler uzmanlar tarafından daha çok benimsenmiştir. İnsanların cinsel yöneliminin kökeniyle ilgili tartışmalar ve belirsizlik devam etmekle beraber ailenin yetiştirme şeklinin, cinsel tacizin ya da yaşanan kötü olayların cinsel yönelimi etkilediğine dair bilimsel bir kanıt yoktur. Şu an ki bilgiler cinsel yönelimin erken çocukluk döneminde kurulduğunu göstermektedir.”
O yüzden ailedeki dinamikleri gözlemlemek, çocuğun sadece mizacı etrafında karakterinin şekillenmesine yardımcı olmaktadır.
DSM-3’ten kalma egodistonik eşcinsellik tanımı günümüzde geçerliğini yitirse de hâlâ kullanılmaya çalışılan fenomendir. Bu fenomene göre bazı kişiler eşcinsel olmaktan aşırı derecede rahatsızlık duymaktadırlar. İçten içe kendilerinden nefret etmektedirler. Bu yüzden tedavi olmak istemektedirler. Burada görmezden gelinen şey şudur ki kişi kendinden kendi olduğu için nefret etmemekte, bundan ziyade toplumun ona yaptığı baskılardan dolayı şikayet etmektedir. Toplumun değişiminin uzun bir süre alacağının farkında olan ve aynı zamanda kendisinin de sağlıklı olduğunun farkında olan kişi sırf toplum baskısından kurtulabilmek adına böyle geçersiz sözde tedaviler sunan kişilere yönelmekte ya da kişi intihar etmektedir. Burada anlaşılması gereken en önemli nokta, toplumdaki içselleştirilmiş homofobinin birçok LGBTİ’ye zarar verdiğidir. Bu durumdan kurtulmanın en önemli yolu, toplumun bilinçlendirilmesi ve bu tarz asılsız kişi ve kurumlara itibar edilmemesidir.
Toplum arasında hâkim olan bir diğer görüş ise eşcinselliğin hormonlardan kaynaklı olduğu görüşüdür. Yani onlara göre eşcinsellik hormonal bir bozukluktur. Gerekli hormon takviyesi sağlandığında bu durum düzelecektir. Bu görüş de aynı şekilde geçersizdir. Eşcinsel erkekler arasında maskülen (erkeksi) tipler olduğu gibi eşcinsel kadınlar arasında da feminen (kadınsı) tipler vardır. Hem de bu oranlar yok sayılamayacak kadar fazladır. Bir erkeğin sakallı, bıyıklı, kaslı, sert olması onun dış görünüşü ve kendini ifade ediş tarzıyla alakalıdır. Cinsel yönelimiyle hiç alakası yoktur. Bu durum feminen kadınlarda da aynen geçerlidir.
Eşcinsel bireylerin küçük yaşta tecavüze uğradığı ve bu yüzden eşcinsel oldukları düşüncesi de yanlıştır. En basitinden kendim hiçbir şekilde bir taciz ya da tecavüze uğramadım. Aynı şekilde tecavüze uğrayan birçok heteroseksüel insan suçluluk hissetseler, çok büyük travmalar atlatsalar, özgüven sorunu yaşasalar, iktidarsızlık, vajinismus gibi cinsel bozukluklar yaşasalar da hâlâ heteroseksüeller. Oluşan sorunlar az önce sayılan alanlarda oluşmaktadır, cinsel yönelimde değil. Zaten cinsel yönelim bir sorun da değildir. Tüm bunlar bile tecavüzle homoseksüelliğin alakasız olduğunu göstermektedir. O yüzden tecavüz ve homoseksüellik bağlantısı araştırılacağına toplum cinsel anlamda eğitilmeli ve bu konuda başkalarına zarar vermeyen ve kendini özgürce ifade edebilen bireyler yetiştirmelidir. Ayrıca tecavüze karşı yaptırımlar arttırılmalıdır. Ancak bu çözüm yolları, sağlıklı bir toplumun oluşmasını sağlayabilir.
İnsanların, mutlu olabilmesi için bazı temel ihtiyaçlarını karşılaması gerekmektedir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre fizyolojik ihtiyaçlar (yemek, su, cinsellik, uyku) ve güvenlik ihtiyacından sonra gelen en önemli ihtiyaç sevgi ve ait olma ihtiyacıdır. Bunun yanında bir diğer ihtiyaç da saygı ihtiyacıdır. Bireyler tüm bu ihtiyaçlarını karşılamak için uğraşırlar, şayet bunlardan biri karşılanamazsa bireyde bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Bu yüzden eşcinsellerin bazı psikolojik sorunlar yaşaması düzcinsel bireylere göre daha yüksektir. Çünkü toplum tarafından dışlanan ve bir yandan da sevdiği kişiyle birlikte hayat süremeyen birey kendini mutsuz hissetmektedir. Tüm bunlar eşcinsel haklarının korunmasını ve eşcinsel birlikteliklerin yasal zorunluluğunu gözler önüne sermektedir. Bu aşamada birçok insanın kafasını kurcalayan soru şudur: “Eşcinsel ailelerde yetişen çocuklar sorunlu olmaz mı?” Bu konuda ABD’de yapılan birçok araştırma bunu yalanlamıştır. Hatta bu araştırmalar, eşcinsel bireylerin çocuklarının toplumsal alandaki bazı katı erkek-kadın rollerini benimsemediğini daha eşitlikçi olduklarını, androjen bir kimliğe sahip olduklarını göstermiştir. Androjen kimlik, bir cinsiyetin karşı cinse ait olduğu düşünülen işleri de yapabilme becerisidir ve bu kimliğe sahip kişiler sağlıklı, kendine yetebilen, özgüvenli kişilerdir.
Sonuç olarak yaklaşık 70 yıldır bilim dünyası tarafından mercek altına alınan ama geçmişi en az insanlık kadar eski olan eşcinsellik kesinlikle bir hastalık ya da bozukluk değildir. Cinsel anlamda bir çeşitliliktir. Cinsellik ve sevgi sadece karşı cins arasında (heteroseksüellik) yaşanmaz. Bir kişi, hem hemcinsi hem de karşı cinsine karşı aşk besleyebilir (biseksüellik) ya da hemcinsine karşı cinsel ve sevgisel bir çekim (homoseksüellik) hissedebilir. Tüm bu üç varyasyon da sağlıklıdır ve hiçbiri birbirinden üstün değildir. Asıl sıkıntı cahil kalmış bir toplumda yaşanan homofobidir. Üzerinde çalışılması ve düzeltilmesi gereken sorun odur. Daha bilinçli ve kalkınmış bir toplum için homofobiyi aşmalı ve doğruları bilmeliyiz. O yüzden onarım terapisi gibi bilimsel açıdan geçersizliği olan “sözde terapi” yöntemlerine kesinlikle kulak asmamalı onun yerine doğruluğu kanıtlanmış çalışmaları incelemeli ve doğruluğu kanıtlanmış yazıları okumalıyız.
Daha güzel bir dünya için bol bilgili ve sevgili günler. Hoşça kalın…
Hazırlayan: nikimsi
1. Sayı
Sevgili nikimsi emeğine sağlık