Cikolatali Kek yazdı: Sol yanak ve sırt ağrıları hakkında

Aslında babamla hiçbir zaman çok yakın olmadım, olamadım. Aramızda her zaman baba oğul ilişkisinden daha azı vardı. Belki o böyle olmasını istedi, belki ben bu konuda çok alınganlık yapıyorum. Ama benim babam asla hafta sonları oğluyla uçurtma uçuran veya mezuniyet törenine en ön sırada katılan babalardan olmadı. Olmadı işte!

Onunla ilgili unutmadığım ve muhtemelen asla unutamayacağım üç şey var. Aslında şu ana kadar beni en çok etkileyen üç şeyi listelesem, ilk üç sırada babamla yaşadıklarım olur. Evet, bunlar benimle hiç uçurtma uçurmamış olmasından daha üzücü ve mezuniyet törenime en ön sırada katılmamasını bırakın, mezuniyetime hiç gelmemiş olmasından bile daha kötü şeyler.

Onunla ilgili unutamadığım ilk anım sünnetimde yüzümde patlayan tokadıydı. Bazen hâlâ aynı acıyı duyarım. Araba kullanırken, güneşli havalarda, güneş sol yanağıma çarparken aynı acıyı duyuyorum ve tekrar kulaklarımda çınlıyor sesi “Erkek ol!”.  Ben salya sümük ağlarken kollarımdan tuttuğu gibi sünnetçimin bilenmiş bıçağına götürürken “Erkekler ağlamaz! Sus!”.

Kızmıyordu. Tükürüyordu.

O gün sünnet canımı hiç yakmadı. Belki yanağım daha çok acıdığı için hissetmedim, bilemiyorum.

Erkek ol!

Erkekler ağlamaz!

Sol yanağım acıyor.

Bir diğer anım lisedeydi. Evet. Beni bilgisayarımda gey pornosu izlerken yakalamıştı. Halbuki sadece meraktan bakıyordum. Ona defalarca yemin ettim beni döverken. Evet, diz üstü bilgisayarımı sırtımda kırarken defalarca yemin ettim. Sırtımın nasıl acıdığını hâlâ hatırlıyorum. Zayıf bir çocuktum. Şimdiki gibi kalıplı ve güçlü bir adam değildim. Morluklar yüzünden uzun bir süre krem kullandım. Beni haksız yere dövmüştü. Ben onun dediği gibi bir ibne değildim! Götümü siktirmeyecektim!

Sırtım acıyor!

Son anımsa işte şu an üzerinde ‘Her canlı ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.’  yazan tabutun karşısında, onun cenazesindeki anımdır. Artık yoktu. Ölmüştü. Bu gerçek miydi? 60 sene boyunca bir kere dahi grip olmamış adam böyle aniden ölebilir miydi?

“Ölmüştün işte. Bütün kötü kalbinle, binlerce defa nefret kusmuş dilinle, sevgisiz bakan gözlerinle bir tabuta tıkılmış, öylece yatıyorsun.”

Annemin ağlama sesini duydum. Saray terbiyesiyle yetişmiş bu kadın kendisine ayrılan köşede içli içli ağlıyordu. Gerçekten ağlıyordu. Senelerce kendi kendime sorduğum soruyu tekrar sordum: “Böyle bir adamı nasıl sevebildin anne?”  Kardeşlerim Bilge ve Tolga hemen yanımda yaş sırasına göre dizilmiş hâlde, sessiz sessiz ağlıyorlardı. Babam ikisini de çok severdi ve bunu belli etmekten hiç çekinmezdi. Şirkette benim küçüğüm olmalarına rağmen yetkileri onlara bırakmıştı. Ağlarlardı tabii. Hiçbirinin sırtında haksız yere diz üstü bilgisayar kırılmamıştı.

Sessizce cenazenin bitmesini bekledim ve bütün o sosyetenin yapmacık geçmiş olsun dileklerine göz yumdum. Defin işlemi gerçekleştikten sonraysa eşim Aybüke, kendisi babamın bana en büyük mirası olur, ile arabamıza binip evin yolunu tuttuk.

Aybüke, ben ona Serçe derdim, benim çocukluk arkadaşımdı. Babamın iş ortağının kızı ile uzun seneler abi-kardeş ilişkisinde düzeyli bir arkadaşlığımız vardı. Serçe’yi gerçekten severdim. Bana anaokulunda oyun arkadaşı ve okulda sıra arkadaşı olmuştu. Hiçbir zaman onunla evlenmeyi istemedim. Ne olduysa ben Amerika’daki yüksek lisanstan dönünce, babamın zorlamasıyla oldu. Hayatım boyunca kardeşim olarak gördüğüm kadının ellerinden düğün pastamızı yediğim bir fotoğraf var, hâlâ inanamıyorum!

“İyi misin?” diye sordu Aybüke direksiyon başında. Araba kullanabileceğimi söylememe rağmen direksiyona geçmek için ısrar etmişti.
“Evet.”
“Ağlamadın.”
“Erkekler ağlamaz.”
“Saçma…”
Saçma mıydı gerçekten?  Sol yanağım kaşındı.
Neden sonra “İstersen hafta sonu Riva’ya gidelim?” diye sordu.
“Şirkette işlerim var.”
“Bilge bakamaz mı?”
Bilge benim küçük, kurnaz erkek kardeşimdi. Elbette bakardı. Şirkette beni amaçsız bırakmak için her şeyi yapardı. Babasının oğlu! Ortalama bir zeka ve başarısız bir eğitim hayatının sonunda babamın sevgisine layık görüldüğü için benim eğitim hayatımdaki tüm başarılarıma, şirkete kazandırdığımı o büyük ihaleye rağmen benim üstüme getirilmişti. Hemen hemen hiçbir konuda iyi olmayan, olamayan Bilge, babama yalakalık yapmaktan ve onun suyuna gitmekten çok iyi anlardı! Aslında ona tamamen aptal demek bir yerde haksızlık olur. En nihayetinde daha on iki yaşındayken babamızın gözüne girmek için harçlıklarıyla babama at kestirmişti. Babam orta Asya’ya özgü adetleri yaşatmayı severdi.
“Bakmasın. Kendi işimi kendim yaparım.”
“Peki.”

Mesaj geldi. Mesaj şirkette çalışan mimarlardan, Emre’dendi. Şirkete ilk geldiği günden beri ilgimi çekiyordu. Kardeşlerim ve bilhassa babam ısrarla bu adamın bir işe yaramadığını söylüyorlardı. Belki onlara inat olsun diye, belki de bu adama bir şekilde güvenebildiğim için sürekli yanımda tutuyordum.

-Ogan Bey, iyi misiniz? Biliyorum iş dışında sizi rahatsız etmemem gerek ancak çok merak ettim.

Karıma kaçamak bir bakış attım.

-Teşekkür ederim Emre Bey. İyi olmaya çalışıyorum.

Mesajı gönderdikten sonra Whatsapp ekranına bakmaya devam ettim. Önce yazıyordu. Sonra sildi. Tekrar yazdı ve tekrar sildi. En son çevrim dışı oldu.

“Kimdi?” diye sordu Aybüke.
“Şirketten, Emre.”
“Hımm…”

O günden sonra vakit çok hızlı geçti. Taziyeye gelen misafirler bir bir azaldı. Artık politikacılar ve iş adamları eskisi kadar şirkete baş sağlığı için gelmiyorlardı. Son misafir gittikten sonra tamamen babamı unutabilirdim. Unutacaktım.

Bir tek Bilge vardı işte. Babamın kopyası. Gülüşünden giydiği takımlara kadar babamın tüm mirasını taşıyordu. Kibiriyle, nefretiyle ve patronluğuyla! Pekala babamda bu benzerliği görmüş olacak ki Oflazer İnşaat’ın yönetim kurulunun başına onun geçmesini vasiyet etti. Başlarda bunu hiç önemsemiyordum ama Bilge bana patronluk taslamaya başladıkça bende bir şeyler eksilmeye başladı.
Fikirlerimi önemsemiyordu. Şirkette beni görmezden geliyordu. Beni hep eksik olmakla suçluyordu. Bana danışması gereken yerlerde başka kişilere danışıyordu. Diğer kardeşim Tolga ile özel bir kulüp kurmuş da ben istenmeyen çocukmuşum gibi davranıyordu. Arkamdan konuştuğunu biliyordum. Yönetim kurulunda yerini sağlamlaştırmak için, bunun bir mirastan fazlası olduğunu ispatlamak için, diğer üyelerle ve personelle benim hakkımda konuştuğuna emindim.

Bazen canım çok sıkılıyordu. İşte böyle anlarda yanımda hep Emre oluyordu. Ne zaman sinirle odamın kapısını çarpsam yarım saat içerisinde iki fincan şekersiz kahve ile masamın başında beliriyordu. Gülüyordu. Çok güzel gülüyordu. Burasına belki inanmayacaksınız ama o gülünce bende gülüyordum. Sinirimi dağıtmayı çok iyi biliyordu.

Bu geçen süre zarfı içerisinde Emre’yle bir hayli yakınlaştık. Öncelikle benim isteğimle aramızdaki ‘bey’ hitabını kaldırdık. Şirkette kendimi çok yalnız hissettiğim şu zamanlarda böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Sonra beraber maça gitmeye başladık ki ikimizin de Galatasaray’ı tutuyor olması çok güzel bir şeydi. Hatta kendisine, arkadaş edinmek için para harcayan adamlar gibi görünmeyeceksem, kombine bilet dahi satın aldım! Neden böyle bir şey yaptığımı bende bilmiyorum ama onunla maç izlemek, gol sevincini onunla omuz omuza kutlamak hoşuma gidiyordu.

 

Aybüke bize “silah arkadaşları” diyordu. Emre bu fikri hiç beğenmediğini şirketteyken söylemişti. “Çok militarist!” diye homurdanmıştı. Hem benim eşimin fikrine nasıl karşı çıkar diye şaşırmıştım. Hikayenin sonunda ben onun patronuydum yani. Hem de yetiştiğim muhafazakar-milliyetçi çevrede askerlikten böylesine nefret eden bir insana hiç denk gelmediğim için afallamıştım. Evet, siyasi görüşü Emre’nin beni afallattığı pek çok konudan sadece biriydi.

Emre doğulu bir ailenin, on çocuklu bir aile, en küçük çocuğuydu. Beyaz tenli, uzun boylu, küçük hokka bir burnu olan, yeşil gözlü bir adamdı. Türkçesi düzgündü. Hırslıydı. Neredeyse pek çok konuda fikir sahibiydi ve bu bilgiler Vikipedia seviyesinde değil, büyük Larousse ansiklopedileri seviyesindeydi. Onunla saatlerce konuşsam hiç sıkılmazdım.

Ara ara Aybüke şakayla karışık “Emre istersen sana da bizim odanın yanında bir oda hazırlayalım?” derdi. Evet, bu kadın laf sokmayı çok iyi biliyordu! Ya da bunlar çok kötü bir espiri anlayışının tezahürüydü!

Hepimiz gülerdik. Emre zoraki gülerdi. Ben Emre’nin samimiyetten kilometrelerce uzak gülüşünü bastırmak için daha çok gülerdim. Aybüke gülerdi. Sonra çaylar değişirdi, Aybüke yeni yaptığı çikolatalı keki servis ederdi ve biz başka konuya geçmiş olurduk.

Bir gün Emre ile gene benim ofisimde oturmuş Toki ihaleleri hakkında konuşurken içerden bağırma sesleri duyduk. Merakla dışarı çıkıp ne olduğunu anlamaya çalıştık.

“Beni kovamazsınız! Ben hiçbir şey yapmadım”
“Öyle mi?”
“Sizi dava ederim. Yapamazsınız!” Adam ağlamaya başlamıştı.

Kalabalıktan sıyrılınca kovan kişinin Bilge, ağlayan adamınsa mimarlarımızdan birisi olduğunu gördüm. Adını hatırlayamıyorum ama iyi bir adamdı.

“Ne diyeceksin? ‘İbne olduğum için beni kovdular, davacıyım.’ mı?”

Bilge çirkinleşmişti. Bu iş böyle mi olurdu?

“Allah sizi kahretsin!” diye haykırdı adam tiz bir sesle. Eşyalarını topladığı kutuya sertçe vurdu. Kutu yere devrildi. İçindekiler etrafa saçıldı.

“Yeter şirketimde huzursuzluk çıkardığın! Sessiz sakin siktir ol git, yoksa polis çağıracağım!”

Adam hüngür hüngür ağlamaya başladı. Aklıma babamın “Erkekler ağlamaz.” lafı geldi. “İbne…” diye iç geçirdim. Bilge sertçe kalabalığı yararak ofisine doğru ilerlerken Emre’nin eli elime değdi. Farkında mıydı bilmiyorum ama buz gibiydi ve titriyordu. Sırtım ağrımaya başlamıştı ve Emre’yi alıp ofisime, güvenli alanıma geri dönmek istiyordum. Tam ona gidelim mi diyecekken Emre öne atıldı ve ağlayan adamın yanına gitti.

Cesurdu!

Adamın omzuna babacan bir tavırla vurduktan sonra yere dökülen eşyalarını kutuya toplamaya başladı. Bembeyaz yanakları kıpkırmızı olmuştu. O ilk adımı attıktan sonra birkaç kadın da adamı teselli etmek için çemberin, ateş hattının ortasına girdiler. Bazı erkekler gülüyordu, bazı erkekler kınıyordu ve bazı erkekler benim gibi sessizce olan biteni izliyorlardı ama Emre oradaydı işte, düşmüş bir insana yardım ediyordu.

Birisinin sırtında diz üstü bilgisayarı kırmak yerine sırtını sıvazlıyordu.

Arkamı olay yerine döndüğüm gibi soluğu Bilge’nin ofisinde aldım.

“Ne bu rezillik Allah aşkına?”

Tahmin ettiğim üzere yalnız değildi. Tolga ve saz arkadaşları Murat da onlarla beraberdi. İçeri girdiğimde gayet mutluydular.

“Önce bir selam ver abi, ayıp ediyorsun” dedi Tolga.
“Selamın vakti mi Tolga? Güpegündüz, herkesin içinde yakışıyor mu bize?”
“Ama Ogan Bey, ibne çok diretti.”

Sırtımda bir ağrı hissettim.

Murat’a ters bir bakış attım.

“Murat haklı abi. Adama şirketle ilişiğini güzel güzel keseceğimizi, tazminatını vereceğimizi söyledim. Bana nedenini sordu, bende götünü siktiren günahkarların şirketin bereketini kaçırmasını istemediğimi söyledim” dedi Bilge. Bilge’nin pislikte babamı bile geçtiği anlardan biriydi.
“Bunun yolu bu mu? Ne zamandan beri çalışanları biz kovuyoruz? Ne zamandan kovduğumuz personele bu derece çirkinleşiyoruz?”

“Aman abi alt tarafı bir ibne. Ona iş mi yok?” Tolga, Bilge’den güç alıyordu. Bu adamı hep kötü etkilemişti.
Bilge önündeki şişeden benim için viski bıraktı.
“Lütfen abi. Gel biraz otur, rahatla. Haklısın. Böyle çirkinleşmemeliydim.”
Bir an kapıyı çarpıp çıkmak istedim. Sonra vazgeçtim. Bir ibne için hatasını anlamış kardeşimin suratına kapıyı çarpamazdım. Ayrıca sırtım inanılmaz ağrıyordu. Oturma ihtiyacı duydum.

Viskimi bir dikişte bitirdim.

“Ooo, yavaş abi epey sinirlendirmiş Bilge abim seni!” diye sırttı Tolga eblek eblek.
“Bizim şirketimize yakışmıyor böyle şeyler.” gibisinden bir şeyler geveledim. O an ne konuşacak gücüm ne de bir konuşmayı baştan aşağı bitirmeye yetecek kelimem vardı. Sırtım ağrıyordu ve babamın cümleleri kulağımda sürekli dönüyordu.

Bir süre onlarla oturdum. Bilge’nin yeni doğan oğluna düşündüğü sünnet düğünün planlarını, Tolga’nın iktidar partisindeki bir milletvekilinin kızını nasıl ‘becerdiğini’ ve Murat’ın üçümüze birden –daha çok Bilge’ye- yaptığı yalakalanmaları dinledim. Murat’ın konuşmalarının yeterince midemi bulandırdığına ikna olunca bardağımı elime alıp ofisimin yolunu tuttum.

Üçüncü bardağımdı. Sırt ağrım geçmişti ve babam tekrar tabutunun içine girmişti. Kafam tamamen boştu. Ofisime gidip Aybüke’yi, benim güzel karımı düşündüm. Onunla bu akşam yemekten sonra saatlerce sevişmek istiyordum. Kollarının arasında, göğüslerinin kokusunu solumak ve tüm gücümle en derinlerine girmek istiyordum.

Ofisimde birkaç bardak viski daha içtikten sonra çıkmaya karar verdim. Zaten neredeyse herkes gitmişti. Büroların ışıkları sönmüştü. Işıklar kapandığı için yol bulmakta zorlanarak, masalara çarpa çarpa ilerledim. En son garaja indiğimi hatırlıyorum. Emre’nin arabası oradaydı. Tam benim arabamın yanında. Ne olduysa o an oldu. Bende bir şeyler koptu. Merakla, Emre’yi bulmak umuduyla arabasının camlarından içeri baktım.

Emre oradaydı. Bembeyaz yüzünde, yanakları al al olmuş gözlerinden bir iki damla yaş süzülürken benim olduğum yöne doğru hızlıca başını çevirdi. Sanki kötü bir şey yapmış gibi yanaklarından aşağı süzülen gözyaşlarının elinin tersiyle savuşturdu. Yüzüne zoraki bir gülümseme…
Bense kaybettiği oyuncağını bulan çocuklar gibi alkolün etkisiyle sırıta sırıta arabaya, onun yanına oturdum.
“Ogan Bey…”
“Bey mi olduk şimdi?” Aniden tüm neşem kayboldu. Alkol işte.
“Günün sonunda hepiniz öyle değil misiniz?”
“Siz?”
“Evet. Patronlar. Sistem. Bu düzen…”
“Şu an şişenin dibini görmüş bir adam olarak yanında oturduğumun farkındasın değil mi?”
Bir süre bana baktı. Gözlerime mi bakıyordu yoksa sol yanağıma mı bakıyordu emin değilim. Sol yanağıma bakıyor olamazdı. Alkol işte!
“Bugün kovulan adam sırf günün sonunda yatağa bir erkekle girmeyi tercih ettiği için senin hiçbir işe yaramaz ruh hastası kardeşin tarafından kovuldu!”
“Evet, Bilge’nin zaman zaman ne denli karın ağrısı olduğunu ben bilirim. Ama sen babamı görmelisin. Gerçi gördün. Neyse, öyle bir şeyler işte…” Hıçkırdım.
“Kimse sesini çıkarmadı. Herkes öylece izledi. Ulan ekip arkadaşınızdı o sizin be! Beraber öğle yemekleri yediniz, projeleri gözden geçirdiniz, yeri geldi beraber sabahladınız hiç mi değeri yoktu?”
“En azından sen babam tarafından yetiştirilmedin.” Hıçkırıyordum.
“Ne dediğim hakkında hiçbir fikrin yok, değil mi?” Sesi sitemkârdı.
“Hiç unutmam bir keresinde babam beni gey pornosu izlerken yakalamıştı. Çocuğum tabii. Öylesine meraktan bakmıştım. Ne olduğunu anlamadan diz üstü bilgisayarımı fişten çektiği gibi bana vurmaya başladı. Belime, sırtıma…”
Emre sessizce beni dinliyordu.
“Ne zaman aklıma babam gelse sırtım ağrır. Geçmedi bir türlü. Bence psikolojik.”
Bir süre ben hıçkırdım o dinledi. Neden sonra elini yavaşça sırtıma attı. Yumuşaktı. Şefkatliydi.
“Hâlâ ağrıyor mu?” diye sordu.
Hıçkırığım kesilmişti. Başım çatlayacak gibi ağrırken kafamda milyonlarca soru belirmişti. Az önce ben Emre’ye ne anlatmıştım? Emre elini belime koyacak cesareti nasıl bulmuştu?! Sırt ağrım nasıl da kesilmişti?
“Bir keresinde de bunu hiç unutmam, sünnetten kaçtığım için yüzümde patlayan tokadı! Erkekler ağlamaz demişti sigara içmekten çatallaşan sesiyle. Bir insanın canı yanınca ağlamaz mı Emre?”
“Şu an canın yanıyor mu?” diye sordu usulca. Eli belimdeydi.
“Sol yanağım…”
Usulca eğilip yanağımdan öptü. Şimşekler çaktı. Alkolden başka bir şey bütün dünyayı döndürdü. Midemle kalbimin arasına bir tekme geldi sanki. Sert ve hızlı, zevk veren bir tekme…
Yavaşça başını geriye çekip yüzüme baktı. Tabii eğer hâlâ yerindeyse… Yüzümü hissedemiyordum. Bu güzel bir histi.
“Gülüyorsun…” dedi. O da gülüyordu.
“Gülüyor muyum gerçekten?” dediğim sırada sol dudağımım kenarına hızlı bir öpücük daha kondurdu.
* * *
Saat kaç hiç bilmiyorum. Ben neredeyim? Ne hâldeyim? Buraya nasıl geldim? En son çok sarhoş olduğumu hatırlıyorum. Şairin dediği gibi ‘Dünya dönüyordu.’ En son garajdaydım. Emre’nin arabasına bakacaktım. Ben neredeyim?

Korkuyla karışık bir merakla içinde bulunduğum odayı anlamaya çalıştım. Serin bir odaydı. Rahat ve geniş bir yatak. Yatak rahat, evet bu rahatlığı sevdim. Çarşaflar güzel kokuyor. Çarşaflar… Çıplağım! Çıplak mıyım gerçekten? Elimle vücudumu yokladım. Göğsümden karnıma oradan da penisime dokundum. Sertti. Çok sert. Başımı yavaşça sola çevirdim.

Emre’yle göz göze geldim! Yeşil gözlerini dikmiş beni izliyordu. Bembeyaz vücudu bütün çıplaklığı ile yanımda yatıyordu. Bana doğru yavaşça eğildi. Elini taş gibi olmuş penisime attı ve yavaşça dudaklarımdan öpmeye başladı!

Uyandım!

Hızla başımı sola çevirdim. Aybüke oradaydı. Derin bir nefes aldım. Oda serindi ve ben gene çıplaktım ama bu sefer her şey yanımda Aybüke’yi bulacak kadar gerçekti. Allah’a şükür.

“İyi misin?” diye sordu. Meraklı gözlerle beni izliyordu.
“İyiyim.” dedim.
“Dün gece sevişirken uyuyakaldığının farkında mısın?”
Bir süre ne dediğini anlamadım. Sanki hâlâ Emre’nin eli penisimde gibiydi. Onun ellerinin vücudumda gezmesi gerçekten bu kadar güzel mi hissettirirdi?
“Ogan?”
“Özür dilerim.”
“Baban öldüğünden beri garipleştin.”
“Babam öldüğünden beri gariplik derecesinde iyiyim!”
“Benimle eskisi gibi sevişmiyorsun.”
“Seni eskisi gibi seviyorum, yetmez mi?”
“Daha azı için seninle evlenmedim.” Suratı düştü. Çok güzeldi. Onu böyle üzmek hoşuma gitmedi. O benim Serçe’mdi. Yavaşça yatakta kayarak üzerine çıktım.
“Daha fazlasını almak ister misin?”
Kıkırdadı. Gülünce çocuksu bir tebessüm beliriyordu yüzünde. Dudaklarımı öpmeye başladı. Öpüşmeyi sevmediğimi bildiği hâlde bundan vazgeçmezdi. Ellerini sertliğini kaybetmek üzere olan penisimin üzerine attı. Artık ne kadar panik yaptıysa daha sert öpmeye başladı. Penisimi sertçe çekiştiriyordu. Bunun sertleşmeme faydası olmadığı gibi canımı yakarak olanı da kaybetmeme sebep oluyordu.
Hızla belinden tutarak ters çevirdim. Boynundan beline, oradan kalçalarına kadar bir iki öpücük kondurdum. Sonra belinden tutup yavaşça havaya kaldırarak içine girdim. Aybüke’nin içinde gidip gelirken rüyanın etkisinde kalmış olmalıyım ki Emre’yi düşünmeden kendimi alamadım. Emre, Emre, Emre, Emre! Eğer Aybüke’nin sesini duymuyor olsaydım altımda yatanın Emre olduğuna yemin edebilirdim. O an benim için Emre o kadar gerçekti!

Yaklaşık bir on dakika sonra kendimi yatağa attım!
“Ah, iyiydi!” dedi Aybüke terden başına yapışan saçlarını çekerken.
“Bence de…”
Bir süre sustuk.
“Sigara içeceğim, balkona gelmek ister misin?”
“Dün gece konuştuklarımızı hatırlamıyor musun?”
“Neyi? Sahi dün gece eve nasıl geldim?”
“Emre getirdi.”
Demek Emre’yle beraberdim!
“Bir şey dedi mi?”
“Demesi mi gerekiyordu?”
“Aybüke ne bu Sherlock Holmes’ü oynamalar sabah sabah?” İçimden “Yaşadığın orgazm sana yetmedi mi?” diye mırıldandım.
Aybüke gülümseyerek yattığı yerden doğruldu yavaşça inik hâldeki penisimin üzerine oturdu. Ellerimi tuttu ve yavaşça karnına götürdü.
Birkaç saniye öylece birbirimize baktık. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum ama pek başarılı olduğum söylenemezdi. Akşamdan kalma olduğum için başım ağrıyor, midem bulanıyordu. Ayrıca dün gece garajdan eve geldiğim süre boyunca Emre’yle neler konuştuk?

“Ogan?”
Merakla Aybüke’ye baktım.
“Dün gece ne konuştuk hatırlamıyor musun canım?”
“Başım çok ağrıyor. Kendime yeni yeni geliyorum.”
“Hamileyim.”
“Ne?” Heyecanlanmıştım. Heyecanlanmış mıydım gerçekten?
“Hamileyim şaşkın!” Gülüyordu.
“Bu çok güzel bir haber!” Güzel bir haber miydi gerçekten?
Ellerimden kavrayıp iyice karnına bastırdı.
Yavaşça üzerimden indirdim. Karnına küçük bir öpücük kondurdum. Hâlâ şaşkındım. Gülüyordum ama gülmek istediğim için mi gülüyordum yoksa o an gülmem gerektiği için mi gülüyordum pek emin değildim.
“Ben şimdi duşa gireceğim. Çıkınca beni kahvaltıya götürür müsün? Dün gece uyuyakaldığın için pek kutlayamadık! Sonra okula bırakırsın, ne dersin?”
“En güzel yere gideceğiz!”
Ellerimin arasından kayıp duşa gitti. Bende komodindeki çekmeceyi açıp bir sigara yaktım. Terden ve meniden ıpıslak, biraz önce baba olacağımı öğrendiğim bu yatakta bana bırakılan birkaç dakika boyunca derin derin sigaramı tüttürdüm.

Sol yanağım acımıyordu.

Sanki sırtım hafiflemişti.

 

Yazan: cikolatali kek

1. Sayı

1. Sayı

Okumak için tıkla

İndirmek için tıkla