Cannes Film Festivali Büyük Ödüllü “Bir Zamanlar Anadolu’da”

Nuri Bilge Ceylan’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği 2010 yapımı filmde, başrolleri Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan ve Taner Birsel paylaşıyor. Bir doktor ile cinayet soruşturması yürüten bir savcının 12 saatlik gerilimli hikayesini konu edinen film Cannes Film Festivali Büyük Ödülünü kazanmıştı. Filmi izlemeyenler için yazımın spoiler içerecek olduğunu da baştan belirtmem gerek.

Kurgusuna göre;

Film uzun ve kıvrımlı bir yolla açılıyor. Uzaktan bakan kamera sanki seyircinin gözleri olarak, bu uzun ve kıvrımlı filmde, izleyici olacağımızı ve sadece izleyebildiklerimiz üzerinden yorum yapabileceğimizi söylüyor. Her dışarıdan baktığımız olay gibi bazen içinde olamadıklarımızı, müdahale edemediklerimizi anlatıyor.

Üç araba ve içindekileri seyretmeye başlıyoruz. Bazen kaputta oturuyoruz bazen ön kaportada. Bu üç arabadaki insanlarda mevkiler var. Hepsine muktedir bir savcı, herkesin muktedir olduğu bir cinayet zanlısı ve aradakiler. Herkesten önce ama, herkes kendi altındaki adama muktedir. Manda yoğurdundan bahsederken bile mevkii yüksek olan her şeyi çok daha iyi biliyor. Kendisinin altında olanın bilmesi mümkün bile değil daha iyisini.

Anadolu’da polis, asker, savcı, doktor ve zanlı ile cinayet mahallini arıyor film. Gecenin içindeler, bitmiyor gece. Her durdukları durakta ışık cesedin olabileceği yerlere yönelse de biz karakterlerin içine bakıyoruz o ışıkla. Her durakta başka karakterin ensesine nefesimizi veriyoruz. Anadolu insanlarını dikizliyoruz. Sadece doktor buralardan değil, o da bizim gibi yabancı buraya ve dışarıdan sessizce bakıyor olana bitene. Arap’ın dişe diş felsefesini dinliyor sessizce, acırsan acınacak hale düşersin öğüdünü, Naci’nin karısından azar işitmesini ve savcıya mahcup oluşunu, savcıyı suçlamaya dönüştürmesini izliyor arkadan. Naci’nin işittiği azarları, kazma taşıyan adamlara ve mevki zincirinin en altındaki zanlının suratında patlatmasını izliyor. İzliyor sadece. Mevkiler çok mesele Anadolu’da. Herkes kendinin üstündeki adamdan rica etmek durumunda. Bu nedenle kızgınlığının geçmemesini izliyor Naci’nin.

Doktor yuvarlanıp gidiyor sadece. Naci’nin çocuğunun sakat olmasının alın yazısı olması gibi kendisinin burada olması da sadece alın yazısı. Aynen tek görevi zanlıya göz kulak olması gereken memurun Savcı’nın kaç defa çişe gittiğini sayması gibi. O da burada olmayı istemedi, sadece burada. Top gibi bir ağaç arıyor devlet savcısının ve polisinin eliyle. Ama kimsenin derdi burada olmak değil. Birinin öldürülmüş olması da kimsenin hiç derdi değil. Ne zaman dallarımızdan kopup yuvarlandık toprakta ve ulaştık diğer düşen elmaların yanına da çürümeye başladık? Ne zaman üzerimizden çok sular aktı? Hep ağacımızı sallayıp bizi daldan koparan adamların suçu muydu olanlar? alın yazısı işte. Yuvarlanıp gidiyordu herkes.

Şimşek ve farlarla aydınlatmak yetmeyince karanlığı dinlenmek lazım ki sabah olsun. Devlet baba, köylü muhtarına misafir bu sefer. O da dalından kopmuş ve yuvarlanıp çürümeye başlamış elmalardan biri. Derdi 10 yıllarca köye gelmemiş köylülerin gönlü için morg yapmak. Işık kaynağı doğanın hücumuna, rüzgâr eliyle, uğradığında dertlenmiyor ama. Gelir diyor. Elektrik de gelir, su da. Işık bu sefer bir meleğin ellerinde giriyor odaya. Herkesin 3 kez dönüp baktığı bir melek. Mucize gibi kola isteyene kola bile getiriyor. Katile maktulünü gösteriyor ışığıyla. Zaten bir tek maktul meleğe bakıp kalmıyor. Ölü çünkü. İzleyen, karışmayan doktor bile izlemeyi bırakıp sadece Melek’e bakıyor.

Ne sebebini ne şeklini öğrenemediğimiz cinayet hikayesinin etrafında yeni bir hikâye anlatıyor savcı, doktora. Bir kadından bahsediyor. Ölmüş. Doktor sadece izlemesi gerekirken yorum yapmaya başlıyor ölen kadın hakkında. Devleti’nin hata yapmayan eli, savcıyı, düşündürecek sorular soruyor. Antika adam bu doktor. Devletin eli hata yapmaz. Yapar mı? doktor sadece izlerken nereden de çıkardı bu bakış açısını anlatmayı. Bu hikaye serpiliyor filmin içinde. Hiçbir şeyini öğrenemediğimiz ana hikâyenin yanında bu hikâyenin her ayrıntısını doktorla beraber biz seyirciler de tartışmaya başlıyoruz. Neden oldu? Nasıl oldu? Ve devletin hatasız eli savcının iç hesaplaşmasının başlamasına tanık oluyoruz. Yüzündeki yara izi bile değişiyor bunun üzerine derince düşündükçe.

Anadolu’da karanlık daha şerdir, güneş daha da hayır. Güneş açınca buluyoruz cesedi. Naci katilin yüzünü daha net görüyor güneşte. Ceset bağlanmış ve gömülmüş. Bağlamasından dem vurup saydırıyor. İnsanlığını sorguluyor katilin. Üzerinden 5 dakika geçtiğinde ise savcı ile beraber cesedi bağlamayı tartışıyorlar. Anadolu’da hava da değişken ışıkta. Ne gecenin güne üstünlüğü var ne soğuğun sıcağa. İnsanı da değişken tabiatıyla. Kar gibi soğukta olabilir, kum gibi ılıkta. Savcı da değişiyor cesedin başında hatta. Clark Gable bile oluyor bir ara.

Anadolu’da ılıman bir sağ hâkim. Kadercilik var, yanlışa bağırıp çağırma var. Çürümüşlük belki biraz. Ağaçtan düşüp yuvarlanan elmalar gibi herkes kendi hayatının içinde yosun tutma derdinde. Doktora bağırıyorlar hatta ne işin var da yuvarlanıyorsun burada. Evli değilsin, çocuğun yok. Gitsene! Doktor soruyor, -nereye?. Nereye hakikaten? neresi bu hep gidilmesi gereken yerler, kendimizi bir an önce buradan kurtarmak için. Eski anılarına göz atıyor doktor, belli ki üzgün bir çocukluk geçirmiş, buruk bi gençlik. Otopsi yapılacak cesede. Otopsiye gitmeden önce tam gözümüzün içine bakıyor doktor, tam göz bebeğimize, o da bizim gibi izleyiciydi bu noktaya kadar ve biz bize bakan doktorun kendisine baktığını görüp uğurluyoruz odadan. Aşağıya inip babasız çocuk, kocasız kadınla tanışıyor doktor. Karanlıkta lamba ışığıyla meleği gören doktor bu sefer güneşin soğuk ışığıyla şeytana bakıyor. Katilin cinayet sebebine. Maktulün ölüm sebebine. Bir yerde bir olay varsa önce kadına bakacaksın. (Naci’nin şu anda Antep’te görev yapan komiserinin dediği gibi) kocasından değil sevgilisinden çocuk sahibi olan, sevgilisine kocasını öldüren bir üçüncü sayfa dilberi mi bu kadın acaba? kocasının cesedine bakıyor soğuk bir damla gözyaşı ile. Otopsi odasında tetkik ediyor kadın. Şeytanlık yüzümüzde izlere dökülürse peki. Pinokyo gibi burnumuz uzayacağına yüzümüzde lekeler oluşsaydı her günahımız için? kaçımız pirüpak gezerdik? Savcı kendi karısının ölümünden sorumlu olduğunu net olarak anladığında ise doktora soruyor. Otopsi şart mı? doktor cevaplıyor. Kesinlikle, gerekli.

Otopsi sırasında doktor yetim ve kendinden olmayan bir çocuğun babasının, dul kadının kocasının, öldürülen bu adamın aslında diri diri gömüldüğünü öğrendiğinde ise susmayı tercih ediyor. Kötü geçen çocukluğundan biliyor ki bu çocuk babası katil bile olsa babasız kalmamalı. Mümkün olduğunca erken kavuşmalı babasına. Suçu ağırlaştırmanın bir anlamı yok diye düşünürken, maktulün kanı onun da ellerine bulaşıp yüzüne sıçrıyor. O da ortak oluyor cinayete ve yüzünde öldürülen adamın kanının izi kalıyor. O ise hastaneden uzaklaşan anne ve çocuğunu izliyor. Pişman olacak mı acaba bu kararından günün birinde? Hiç sanmıyorum. Çünkü yetişkinler kendi yaptıklarının cezasını çekiyorlar ama çocuklar büyüklerin günahlarını sırtlamak zorunda kalıyorlar. Farkında olmasalar bile. Çünkü annelerinin elinden tutup yürürken uzaktan gelen topa vurmak asıl mesele onlar için, ne de olsa hayat akıyor ve onlar da yuvarlanıp gidiyorlar… Şimdilik.

Hazırlayan: imightbewrong

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 14. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.