Röportaj: Bora Öztoprak

25 sene önce gürül gürül akan sesiyle “Seni Seviyorum” diyerek sevdiğine sevdiğini haykırarak girdi hayatımıza, Deli Yar’ın aklını çelmeye çalışırken izledik onu kliplerde, onunla birlikte sabaha kadar Akdeniz Geceleri’nde içtik, sevdiğimize “Ne olur tenin olsam” diye şımardık, baktık yürümüyor, “Başıma Bela Mısın Kader” diyerek topu kadere attık, bazen bıktık “Gidiyorum artık yeter” diyerek tavrımızı koyduk, sonra fark ettik ki, biz onunla “Büyüdük”… Bugün gümüş yılında halen çağlayan gibi dökülen sesiyle programları aralıksız süren, adını duyan herkesin istisnasız “yaa ne çok severim” diyerek kulağını çınlattığı Bora Öztoprak’la yeni çıkardığı teklisi 9. Köy’ü, dünü, bugünü ve geleceği konuştuk.

Röportaj: Tunca Tutkun

Hayatımızda yer etmenin 25. yılını kutlayarak başlamak istiyorum. Bize 25 yıldır çok büyük keyifler verdin, şarkılarınla, varlığınla ve daha nice güzel yıllarımız olsun beraberce.

Teşekkür ederim. Hoş bulduk.

25 yıla şöyle bir baktığında neler görüyor Bora Öztoprak, hayallerine ulaşmış ve tatmin olmuş bir Bora Öztoprak mı, yoksa hala Sıra Bize De Gelecek diyen bir Bora mı var, heyecanları olan ve içi yapmak istediği şeylerle dolu? Ukdelerin var mı?

Olmak istediğim yerdeyim demek için, birincisi hala gencim bence. Olmak istediğim yerde değilim elbette, ama sıra bize de gelecek noktasında değilim tabi ki. Sıra bize de geldi artık, hatta 2. kuşak, 3. kuşak olduk, bizden sonrakilere yol gösterir, bilgi aktarır konuma da geldik. Dolayısıyla sıra bana geldi ve geçti bile. Onun dışında yapmak istediğim çok şey var. Müzik adına yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Biraz engellerle dolu bir yol. Özellikle son dönemde çok engelli bir yol. Onun için heyecanlarımla mantığım birbiriyle çelişiyor. Biraz daha mantıklı hareket etmek lazım. Çünkü bu dönemde gerçek bir üretim yapamıyorsun. Gerçekten derdini anlatan… Gerçekten bir sanatçının derdi varsa bir şey yazar. Bunu aşk kılıfıyla da anlatırsın ama sonuçta derdini anlatırsın iyi kötü, bir mesaj verirsin. Bugün öyle bir durum yok, bugün çok dar kalıplara sıkışmış bir müzik var, dolayısıyla tam olarak içindekileri yapabilir bir halin yok, çok kolay kabul edilemiyor. Biraz bedel ödemek gerekiyor. İçim kıpır kıpır ama aklım onu hep durduruyor ister istemez. Dolayısıyla bu 25 yıl nasıl geçti diye sorarsan o kadar uzun bir cevabı var ki, 25 yıl bir sürü badirelerle geçti, bir sürü sevinçlerle geçti, bir sürü deneyimle geçti, yepyeni şeylerle geçti, müzikal kariyerim adına konuşuyorum, hayatım adına değil. Beni takip edenler de çok iyi bilir, bu 25 yıl boyunca müzik dünyasına çok uzak, fazla yakın diye tanımlıyorum kendimi. Çok uzak oldum, fazla yakın oldum. Çok şey öğrendim, çok şey biliyorum, çok şey yapabiliyorum, kendimi müzik adına da çok geliştirdim, akademik anlamda da çok geliştirdim. Bunun da çok fazla faydasını görüyorum. Onun dışında yapamadığım, elimden gelmeyen de çok şey var. Çözümlerini, çözüm önerilerini bildiğim fakat henüz o yetkiyi elde edemediğim şeyler var, özellikle telif dünyasıyla alakalı. O kısım da başka bir konu. Bu 25 yıl bana onu da öğretti, şarkılarımızın teliflerinin, haklarının ne kadar önemli olduğunu da öğretti. Bence çok dopdolu bir 25 yıldı. Seyircimle hep dokunarak iletişim kurdum. Hep yüz yüze oldum seyircimle, uzak olmadım. Onlara çok yakın oldum aslında, fazla yakın olduğum kısım seyircimdi daha çok.

Bora Öztoprak’ta neler değişti? Neler aynı kaldı?

Benim bir huyum var. Ben bir işe girdiğim zaman, mükemmeliyetçiyim ama mükemmeliyetçilik benim o işi yapmama engel olmuyor. Bazı insanlar vardır, her şeyin tam olmasını bekler ve ondan sonra yola çıkar. Ben kervan yolda düzülür tipi de değilim, yani önceden birtakım planları bilmek isterim, ne yapacağımı bilmek isterim ama birtakım aksiliklerin ve imkansızlıkların farkındayımdır ve onları da tamamlamayı beklemem. Bu kariyerimin başında da böyleydi, hala böyle. Yola çıkmak için, risk almak için, adım atmak için çok korkak bir tip değilimdir yani. Cesur biriyim o anlamda. Onlar değişmedi. Sonuçta 21 yaşında benim şarkılarım var, bestelerim var diye ortaya çıkmak da cesur bir hareket. Tabi ki beni destekleyenler ayrı bir mevzu, onlar olmasaydı nereye çıkıyorsun, ama o cesareti hiçbir zaman kaybetmedim. Neler değişti diyecek olursan, müziğe daha akademik bakıyorum. Daha eleştirel bakıyorum geçmiş Bora Öztoprak şarkılarına. Oradaki hataları düzeltme yönünde daha fazla inisiyatif alıyorum. Biraz daha akademik yönünü seviyorum müziğin. Çok da soluklaştırmadan, yaptığım müziğin samimiyetini bozmadan… Ama bir Seni Seviyorum gibi hatalar yapmıyorum. Seni Seviyorum aslında Türkiye’de çok klasik olmuş bir pop şarkısı ama öğrencilerime öğrettiğim bütün hataları barındıran bir şarkı. Türkçe’yle yazılan melodi notasının uyumsuzluğu had safhadadır Seni Seviyorum şarkısında. Prozede hatası deriz biz ona. Prozede hatalarının, bazı müzikal cümle hatalarının bollukla bulunduğu bir şarkı. Bana ilk aranjörüm sevgili Gürol Ağırbaş anlatmıştı sonra, yani şarkı bitti, yapıldı kaydedildi, “bundan sonra şarkı yaparken biraz daha buralara dikkat et” diye. Dediğim gibi çok gençtim, içimden ne geliyorsa onu söylüyordum. Bu tür hataları yapmamaya gayret ediyorum. Onlar değişti bende. Eğer böyle Seni Seviyorum türü, bazı müzikal kuralları çiğneyen bir şey yapacaksam da bunu bilinçli yapmayı tercih ediyorum, bilerek yani. O bir cahil cesaretiydi. Tuttu, samimi geldi, insanlar Seni Seviyorum diye haykıran bir ses duydukları için benimsediler ve hala benimsiyorlar ama bence hatalarla doludur o şarkı.

Deneyimleri, yaşadıkları ve gördükleri ile şimdiki Bora Öztoprak yolun başındaki Bora’ya ne söylemek isterdi? Nasıl tavsiyeler verirdi?

Öfkeyle kalkan zararla oturur derdim mesela, bugünden baktığımda. Daha rasyonel, daha sabırlı olmasını önerirdim. Özellikle ilk iki albüm sürecinde, yapım firmasıyla çok ciddi sıkıntılar yaşadım. O genç delikanlı Bora Öztoprak’ın delikanlı tavırlarıydı. Bugün olsaydı daha rasyonel davranırdım, yapımcıların açısından bakardım. Bugünkü albüm yapım ve bunların hakları, bunların yayımı, buradaki kağıt işlerinin ne kadar zorlu işler olduğunu bugün o kadar iyi biliyorum ki. Hele ki 90’ların başında, internet daha bu kadar yaygın değilken, daha pek çok şey analogken, elden götürülen kağıtlar, elden götürülen izinler, elden götürülen klipler, makaraya sarılan şarkılar… yani o dönemde çok daha zordu ve ben çok daha sabırsızdım, elbette yapım firmamın bugün baktığımda hatalı halleri vardı, vizyonsuz davrandığı yerler vardı, benim vizyonum da çok farklıydı, ama kendi vizyonumu onlara aktarabilmek için hep öfke seçeneğini işaretledim. Orda hatalıydı bence Bora Öztoprak. Bugün hiçbir şeye öfkeyle yaklaşmıyorum, hayatımın hiçbir yerinde. Pek çok insan hayatıma girdi, çıktı, hiçbirine ne öfke ne kin duydum. Bu da galiba büyümekle alakalı bir şey.

O ilk albüm dönemleriyle bugünü kıyasladığımızda, şüphesiz bugünün şartları daha iyi ve teknolojik ve sound açısından daha fazla olanak var ama daha duygusuz geliyor bana şarkılar, senin ilk çıktığın dönemde ise teknolojik imkanlar bu kadar olmamasına rağmen albümler daha doğal, şarkılar daha içtendi, bu ters orantıyı neye bağlıyorsun?

“2010’ların Türkiye’si her yerde olduğu gibi müzikte de korkunç bir tekelleşme ve mafyalaşmanın içinde. Her alanda böyleyiz ya… Tepeden tırnağa bir mafyatik yapımız var.”

Aslında bugünkü soundlar daha iyi, hakikaten daha ayağı yere basan soundlar çıkıyor, çok güzel şeyler çıkıyor ve dönüp baktığımız zaman, bugünün pop müziğini aranje edenler 90’larda yetişmiş müzisyenler. Ozan Çolakoğlu, İskender Paydaş, Ozan Doğulu, ismini unuttuğum varsa kızmasın, bugünün genç şarkıcılarını piyasaya taşıyan insanlar bunlar. Özellikle Ozan Çolakoğlu’nun çıkarttığı ve Türkiye’de star yaptığı pek çok albüm var. Dolayısıyla 90’ların adamları daha iyi teknolojik imkanlarla daha üst düzey işler yaratıyorlar. Ama maalesef 2010’ların Türkiye’si her yerde olduğu gibi müzikte de korkunç bir tekelleşme ve mafyalaşmanın içinde. Her alanda böyleyiz ya… Tepeden tırnağa bir mafyatik yapımız var. Dolayısıyla müzik üretimi değil bugün yapılan şey. Troyka mı derler, bir kapalı devre, kendi içinde dönen bir kapalı devreye ürün üretiyoruz şu anda.

Mesela Türk müzik piyasası 3 tane prodüktörün elinde ve müzik dünyası sadece onların tercihleri etrafında dönüyor ve sadece onların dediği oluyor gibi bir algı var.

O müzik prodüktörlerini de tanıyorum ve yüzlerine karşı da bu eleştirileri yaptığım için söyleyebilirim ki, işin ticari tarafı müzik prodüktörlerinin her zaman tercih edeceği bir durum. Elbette, bir şeye yatırım yapacaklarsa, onu bankaya koyup faizinden daha fazla parayla geri kazanmak isteyecekler. Aksi takdirde müziğe yatırım yapmaz, bankaya koyar ve faizden gelir elde eder. Burada niye ticari işler yapıyorlar diye suçlamıyorum, arada ince bir çizgi var. Sadece hep bana diyen bir organizasyon kurarsan, geçmişte Kral TV örneği de böyleydi, müziğin çeşitliliğini azaltırsın. O zaman müziğin çeşitliliği sokağa çıkmaya başlıyor. Bu tıpkı şuna benziyor. Çoğulcu demokrasilerde meclise giremeyen parti sokaktadır. Sokakta eylem yapar, sokakta gösteri yapar, sokakta etkinlik yapar ama meclisin içindeyse dertleri tutanağa geçer. Çeşitlilik kalmadı, hiçbir alanda kalmadı, burada da kalmadı.

Bir de şöyle bir gözlemim var, aslında müzikte çok fazla özgürlük alanı var gibi görünürken, bunu dinlersen “cool” olursun, bunu dinlersen “popüler” olursun gibi manipülasyonlarla aslında sonsuz özgürlük gibi gösterilen bir avuç seçenekle sınırlandırılıyor gibiyiz. Sınırsız bir özgürlük var gibi görünürken aslında bize sınırsız gibi sunulan bir avuç seçenek arasından seçim yapmaya itiliyor gibiyiz.

Çok ilginç, çelişkilerle dolu bir dönem. Şu da var. Sokakta yürüdüğün her anda, çok kalabalık bir yerde, 100 kişiden 90’ında beyaz kulaklık var. Herkes müzikle meşgul. Mesela biri Moda Parkı’na geldiğinde elinde taşınabilir hoparlörünü eksik etmiyor. Bir yere gittiğinde telefonunu koyuyor masaya şarkı dinletiyor, evde şarkı dinliyor, ofiste şarkı dinliyor. Müzik çok tüketiliyor aslında. Ama üretilen materyal, orada tüketilen şey değil. İnsanlar keşfedip buldukları müzikleri dinliyorlar artık. Dolayısıyla, bir popüler algı var, Edirne’den Ardahan’a kadar kime sorsan ismini söyleyeceğin insanlar ismini söyler, şarkısını söyleyemez ama. Böyle bir popüler algı var. Bir de gerçek müzik dinleyicisinin tükettiği şarkılar var. Sokağa çıkıyor dediğim bu şarkılar. Türkçe rap müzik sokakta artık. Ana akım medyada onu göremezsin. Görürsen bir tane görürsün iki tane görürsün, ama Youtube’a girdiğinde her birinin milyonlarca tıklandığını, peşlerinden müthiş kitleler sürüklediklerini görürsün. Sokağa çıkıyor dediğim şey o. Veya Bora Öztoprak gibi ana akımda yer almayı tercih etmiyorsan, daha doğrusu ana akımın kurallarına oynamıyorsan, götürüp arka kapıdan ona buna para verip saatlerini satın alıp oraları kendi tarlan gibi kullanmıyorsan, legal yollardan son derece ahlaklı yollardan gidip “ben şarkı çıkardım, buyur bunu çal” diye götürüyorsan, tabi ki çalmıyorlar, çünkü başka yerlere sözleri var. Dolayısıyla sen de sokağa çıkıyorsun. Ne yapıyorsun? Gidiyorsun Eskişehir’e, gidiyorsun Bursa’ya, Antalya’ya, İzmir’e, İstanbul’a, İstanbul’da Ataşehir’e gidiyorsun, Beylikdüzü’ne gidiyorsun, Moda’ya gidiyorsun, Kadıköy’e gidiyorsun, gidiyorsun yani seyircine sen gidiyorsun. Ondan sonra sokakta gördüğün, seni 90’lardan beri tanıyan insan diyor ki, “Niye yoksun?” Oysa ki varsın. Ama sokaktasın, dışardasın. Mecliste değilsin yani. Çünkü meclise almıyorlar. Orası artık mafya da demek istemiyorum ama çok benzeri bir klik olmuş vaziyette. Oraya girmenin pek imkanı yok. O yüzden de, samimiyet yok. “Ben DMC’ye bir kapağı atsam da, biz de milyon tıklatsak” dediğin zaman, DMC’den aynı şarkı tornadan çıkar gibi çıkıyor. Aynı şarkı.

Mesela Soner Sarıkabadayı geldi aklıma, ilk ondan bu kadar yüksek beklentiler yokken, kendi duygularıyla şarkı ürettiği dönemde Sertab Erener’e iki şarkı vererek kimmiş bu dedirtti, kimsenin ondan bir beklentisi yokken, tamamen kendi duyguları doğrultusunda yazdığı şarkılar samimi bulunup başarılı olunca birden Soner Sarıkabadayı fırtınası esmeye başladı, herkes ondan şarkı bekler hale geldi ve bir süre sonra bu defa kişiye özel şarkı çıkarma baskısıyla birbirinin aynı şarkılar çıkararak şarkılarında samimiyetten uzaklaştı ve Soner Sarıkabadayı dönemi bitti.

Ben de sana sorayım, Soner Sarıkabadayı başka tarzda şarkı yapamadığından mı yapmıyor? Şimdi bu işin ekonomik bir de karşılığı var. Sertab Erener’e şarkı verdi, oradan yürüdü, biraz telif kazandı, öyle yaptı böyle yaptı, tamam stüdyosunu da kurdu, güzel, yatırımını da yaptı, eee akmadıktan sonra playlist hakkı sana, senin yüzbinlerde tıklanmış şarkın, milyonlarca tıklanmış şarkın düdük kadar, evinin sadece bir aylık kirasını karşılayacak kadar telif getiriyorsa bunda konuşulacak bir şey yok, burada örneği sen verdin diye Soner Sarıkabadayı diyorum, ondan istenen şarkıyı yapmak zorunda. Çünkü ona parasını ödüyorlar, nokta. Soner Sarıkbadayı ne zaman kendi gerçek fikrini üretir, şu zamanda üretir: Bak Yunanistan İstanbul kadar nüfusu olan bir ülke, Türkiye’nin ürettiği telifin yüz katı telif üretiyor. Bak çok ciddi bir şey söylüyorum sana. Telif üretemediğin sürece, sen iktidarınla muhalefetinle, esnafa gidip oy sözü verirken, telif zulmüne son diye vaatler verdiğin sürece, sen hiçbir zaman müzik sektörünü ayağa kaldıramazsın.

Bu telif meselesinin bir düzene girmemesinin nedeni, bazı insanlar para kaynağı kesildi diye mi olmuyor? Neden çözülemiyor bu telif meselesi?

Çünkü telif dünyasının içindeki sanatçılar, telifin mantığını bilmiyorlar. Bak çok net bunu yaz. Bugün MSG’nin başkanı Candan Erçetin. MSG gözbebeğimiz, MSG’nin başkanı, dünya kadar kaşelere şarkı söyleyen, müzisyenleriyle sahnedeki mesafesi minimum bir buçuk metre, kaşelerdeki mesafesi onlarca kat, kulisleri birinin altıncı katta birinin beşinci katta, aynı uçakla bile gitmeye tenezzül etmeyen adamları telif dünyasının başına koyarsan bunlar müzisyenlerin gerçek sorunlarını anlamazlar. Reklamcısı, dizicisi, bunları yönetim kurullarında çoğunluk yaparsan, bunlar müzisyenlerin, eser sahiplerinin sorunlarından anlamazlar. Umumi mahal diye bir mecra var. Umumi mahal mecralarıyla hiç ilgilenmediler iki senedir. Candan Erçetin başa geldiğinden beri. Bir muhalefet konuşması yapıyormuş gibiyim ama, yıllık iki buçuk milyar Türk lirası, yeni paraya göre söylüyorum, eski parayla katrilyon Türk lirası her yıl eser sahibinin sokaktan cebinden düşen para. Yani düğün salonundan, kuaförden, butikten, yapılan eğlencelerden, kapalı organizasyonlardan, aklına gelebilecek her şeyden yılda iki buçuk katrilyon, yeni parayla iki buçuk milyar lira eser sahibinin cebinden düşüyor. Sen bunlarla ilgilenmeyip Garo Mafyan yönetim kurulundaki birine kafayı taktın diye kavga çıkarırsan eser sahipleri arasında, Sezen Aksular, Mustafa Sandallar bu kavganın maşası olurlarsa, telif hakkı Türkiye’de çözülmez. Kimsenin cebinden para mara alındığı yok. Sen gelip bu mekandan yılda bin lira alıyorsun, bu mekan bir masadan alıyor o parayı, sen bu mekandan yılda bin lira alıyorsun, almasını becerirsen ama. Alamıyorsun ama. Alacağın para bu, bu mekana yükün bu. Bu mekan sana hayır mı diyecek? Yılda bin liraya? Nelere ödüyor yılda bin lira. Müzik bedeli ödeyecek, eser sahiplerinin hakkını ödeyecek. Ama gelip de o parayı buraya almak için tenezzül eden, bu yapıyı kuran yok. Bak 4 meslek birliği birlikte çalışıyordu, bir buçuk senede dağıttılar 4 meslek grubunun çalışmalarını. Yani kimsenin cebinden para aldığı yok. Bizim kendi beceriksizliğimiz, yok onun gözünün üstünde kaşı varmış, yok o yapımcıymış da benim hakkımı gasp etmiş, yok öbürü huzur hakkı almış da Fransa’ya gitmiş, boş işlerle uğraşıyoruz biz.

Peki bu müzik birlikleri tamamen tek bir çatı altında toplanamaz mı?

Biz toplamıştık zaten. Ortak lisanslama birliği diye tek çatı altından lisanslamayı biz topladık. Bunlar geldiler bozdular. Her şey dahil yapacaklardı. Çünkü olmaz, sen yüz elli bin lira kaşeyle sahneye çıkıyorsun, koskoca bilmemkim bestecisinin hesabına senede bin lira yatırıyorsun. Sen anlamazsın o adamın derdinden, nerden anlayacaksın? Sen her konserde indiriyorsun yüz elli bin lira, maksimum da on bin lira orkestrana dağıt, yeterli, yüz kırk bin lira mis. O yönetim kurulunda iki üç tane adam var öyle. Bunlar anlamazlar eser sahibinin işinden, nerden anlayacaklar? Star onlar, başka starlar. Çok sinirliyim bu konuda, ondan sonra soruyorlar 90’larda ne iyiydi şimdi ne kötü? Müziğin düzeleceği yer telif dünyasıdır, başka yerden düzelmez.

Neydi seni ve senin dönemini farklı kılan da hala o dönem şarkıları cover üstüne cover yapılıyor, partileri hınca hınç doluyor, üstelik sadece o dönemi yaşayanlar değil yeni nesil de o şarkıları ve ortamları takip ediyor?

Gene aynı cevabı. O zaman da bu şarkı tutar ya diye şarkı yapardık, ama o zaman şöyle şeyler vardı: o kadar çok şarkı yapardık ki, o kadar çok albüm yapılırdı ki, hepsini çok özgürce yapardık. İlk 90’ların kapısı nasıl açıldı biliyor musun? 80’lerin tek kanallı Türkiye’si, o tek kanalda bol sansürlü sanatçılar, arabesk çalamazsın, pop müziğin belli bir standardı var, orda notaları okuyan adamlar vardı, bu nota buradan buraya gitti mi makas yerdi. Çok acayip bir karanlık dönemden geçerken, birdenbire bir özel televizyon açıldı. O özel televizyon da böyle zıvanadan çıkmış gibi özgürdü, sıfır sansür, yani kalenin kapıları birdenbire açıldı, arkada birikmiş olan milyonlar bir anda hurra akıverdiler sokağa. Ne biliyorsak yaptık müzik adına. Bunu da mutlaka korumak lazım. Sezen Aksu olsun, Garo Mafyan olsun, Onno Tunç olsun, o dönemin çok değerli adamları, büyük müzik adamları, genç çocukları çok fazla desteklediler. Kendi yapamadıklarını, sansürden başlarına gelen baskıları biz çocukların üstünde çok güzel akıttılar. Hepsi çok desteklediler. Grup Gündoğarken’in desteklediği çocuk benim mesela. Sezen Aksu’nunkileri saymıyorum bile. Garo Mafyan’ınkileri saymıyorum bile. O kadar çok var ki. Hepsi o dönemin büyük müzisyenleri, sansürün vermiş olduğu baskıdan dolayı bizim üzerimizde çok ciddi bir etkiye neden oldular. Şimdiki dönem de aynı baskının dönemi ve baskı bittikten sonra da ben sanatta bir patlama bekliyorum.

1994 yılındaki enerjisi ve beklentileriyle bugün çıksa Bora Öztoprak, şimdiki Bora Öztoprak olur muydu? Hiç bu konu üzerine düşündün mü? Nasıl bir süreç beklerdi şimdi 1994 model Bora’yı?

O kadar zor ki. Bugün çıkmak daha zor. Kesin, bugünkü gençlerin işi daha zor. O yüzden dediğim gibi sokaktalar. Ama kendilerini bir şekilde duyurdukları zaman Youtube vs. yerlerden, çok da tatlı bir dinleyici kitleleri oluyor. Fakat bizler gibi isimler, Türkiye’nin tanıdığı isimler olmaları için de istikrarla üretmeleri gerekiyor. Yani bir kere ürettik yaptık, bir milyon tıklandık, bir sene kanalı idare ettik, bir senenin sonunda yok olduk, bunlardan da çok var. İşin doğası gereği. Bazısı ana baba desteğiyle, onların parasıyla bu işlere giriyor, ana-baba artık çocuğum artık elin ekmek tutsun, bir işin ucundan tut diyor, çocuk da ona direnemiyor, çıkıyor işin içinden, bazısı hakikaten umduğunu bulamıyor, çıkıyor işin içinden. Onun için daha dirençli olmak lazım. Ama o zaman çok fazla insanla karşılaşma şansın oluyordu. Elinden tutabilecek insanların gözleri daha açıktı. Şimdi hepsi stüdyolara kapandılar. Şimdi hepsi dediğim kliklerin içine girmeye çalışıyorlar. Yani ben şuna beste satayım, ben şuna söz satayım, şuna şöyle yapayım, şuna böyle yapayım, herkes onun peşinde. Kimsenin etraftaki gençlere çok baktığı yok. Bir de gençler başka yerde yaşıyor artık. Bu da çok önemli. Gençler sosyal medyada yaşıyor ve kendi dünyaları var ve bence çok bilinçli bir dünyaları var. Eleştirebileceğimiz tarafları ayrı tutuyorum. Bence bizlerden daha iyi yerlerdeler kafa olarak ve bizlerin tecrübesine ihtiyaçları var, bizlerin onları yönlendirmesine ihtiyaçları var, ama çok büyük ukalalığa ihtiyaçları yok. Bizim zamanımızda öyle değildi, bizim zamanımızda beni Zeynep Talu buldu keşfetti. Benim çalıştığım yere gelmişti. Birkaç kez geldi, hatta birkaç kez arkadaşlarını getirdi. Ben tek gitar çalıyordum o zaman. Sonra beni bir sürü yerlere önerdi, bir sürü yerde onun sayesinde çalıştım. Zeynep’in çok etkisi vardır. İlk albüm teklifini de o yaptı bana. Ben o zaman üniversite ikinci sınıftaydım. Korktum, daha gençtim, 18, 19’larımda falandım, korktum. Ekip de şuydu: Garo Mafyan, Zeynep Talu, Aşkın Tuna, Feyyaz Kuruş, o dönemin en önemli adamları yani, sonra Of Aman Nalan’a gitti o albüm. Ben reddedince, Of Aman Nalan yapmıştı, benden önce çıktı o. Daha sonra Gündoğarken’in yönlendirmesiyle yapmış oldum ilk albümü, bence de iyi oldu ama Zeynep Talu’nun katkısı benim için çok önemli bir katkıdır. Televizyona bile çıkarttı o beni. O zaman Kanal D daha yeni yeni vardı. Bir gençlik programı vardı. Burak Kut çıkıyordu, başka biri çıkıyordu. Ön program olarak ben de gitar çalmıştım, üniversite kafesi gibi bir konseptti. Oralara falan götürdü. Benimle bayağı uğraşmıştı, baya tutmuştu elimden.

Bu konuda şöyle bir şey düşünüyorum ben. Mesela Yıldız Tilbe’nin Sezen’den ayrılması Yıldız Tilbe’nin başına gelmiş en iyi şey olabilir. Zira Sezen’le kalsaydı, belki Delikanlım gibi bir şarkıyı çok sonra dinleyebilecektik ve Yıldız Tilbe başka bir Sezen öğrencisi olarak anılacaktı. Halbuki kendi Yıldız Tilbe kimliğini oluşturdu ilk albümünde.

Ben çok senin gibi düşünmüyorum. Çok kaderci olmamakla beraber herkesin kaderde yazılı bir zamanı var. O zaman gelene kadar bir yerlerde uçuyorsun, o zaman geldiğinde kader seni başka bir yere konduruyor. Yıldız’ın hikayesini çok derinden bilmiyorum, Sertab, Aşkın ve Levent’e Sezen’in büyük katkısı var. Onların kendi grupları için nasıl anlaşmazlıklar yaşandı, kim kimden neden koptu, burası bizi çok ilgilendiren kısmı değil, mutlaka vardır bir nedeni, benim kendi grubumda da oldu. Bu kısım seyirciyi ilgilendiren kısım değil. Ben bu konuya gene rasyonel bakıyorum. Gene sakin bakıyorum. Türkiye’ye kazandırdığı isimlere bak. Levent Yüksel, Sertab Erener, Aşkın Nur Yengi, Yıldız Tilbe… Harun Kolçak da onun arkasında vokaldi bir zamanlar. Yani Sezen Aksu ekolünün, aranjör olarak da, şarkıcı olarak da, söz yazarı-besteci olarak da, Türk Pop Müziğine katkısını tartışmak çok ayıp bir şey. Ne yaparsa yapsın Sezen Aksu. Siyaseten eleştirebilirsin, bizim MSG’nin son genel kurulundaki tavrını eleştirebilirsin, ben eleştirebilirim, herkes eleştirebilir yani, fakat Türk Pop Müziği’ne yaptığı katkı, yazdığı şarkılar, yazdığı sözler veya Aysel Gürel’in yazıp Sezen’in yorumladıkları, başkalarından aldığı besteleri söyleme biçimi… Türkiye’ye bir ekol hediye etti Sezen Aksu. Dolayısıyla ona öyle bakmak lazım. Geri kalan kısmını eleştiririz.

Hiç kariyerinde bu şarkım çok tutar deyip de yanıldığın ya da tam tersi çok tutmaz deyip de birdenbire patlayan tutan şarkıların oldu mu?

O kadar çok var ki. Mesela çok tutar dediğim şarkılardan bir tanesi, ilk albümde Biçare’ydi. Hiç şarkının adı sanı duyulmadı. Sonradan o albüm çok popüler olduktan sonra da, bir kere bir peçeteye yazılıp gelmedi Biçare şarkısı. Ben mesela o şarkıyı pek severdim. O olmadı. Ondan sonra, Seni Seviyorum’un bu kadar tutacağını asla ve kat’a tahmin etmezdim. İçelim Açılalım var mesela, kesin patlar diyordum, hiçbir şey olmadı ondan. Başıma Bela Mısın çıktı oradan. Başıma Bela Mısın’ı da yaptım ben, ama ne yapımcı ne başka biri, sanıyorum Deniz Akel o şarkıya çok yükseldi. Yani Deniz Akel’in o albümdeki keşfiydi Başıma Bela Mısın Kader ve o çekti zaten klibini de. Ve haklı çıktı. O albümde bir sürü şarkı vardı Deniz Akel’e götürdüğüm ve onu çekmek istedi.

Bizim dönem senin şarkılarına zaten hayran ama programlarında görüyorum ki yeni nesil de senin şarkılarına çok ilgi gösteriyor, programlarını konserlerini dolduruyor. Seni Seviyorum’lar, Akdeniz Geceleri’ni istiyor. 25 sene sonra bu sende ne hissettiriyor? Her nesle yetişebilmek her sanatçı için kolay değil, bunu neye bağlıyorsun?

Bak bu son söylediğinle çok gurur duyuyorum açıkçası. Yeni nesle yetişmiş olmak, eskide kalmamış olmak, beni gerçekten küçük tatlı bir egoyla okşuyor. Bunu da hep sahnede olmaya borçluyum. Hep sahnedeyim ben. 16 yaşımdan beri sahnedeyim. Bitmek tükenmek bilmeyen bir sahne kariyerim var. İnşallah da sahnede ölürüm. Hep dokunarak seyircime ulaştım, dokunmak derken, hiçbir zaman hazır ol da sahneyi çıkıp söyleyip terk etmedim. Her zaman seyirciyle bir diyalog kurdum. Küçük oyunlarla kurdum, alkış hareketleriyle kurdum, şarkıları onlara söyleterek kurdum, bir şekilde kurdum.

Bir de şu var. Senin hakkında kiminle konuşursam konuşayım, hep “ay ben pek severim onun sesini” gibi şeyler söylüyorlar.

Çok etliye sütlüye bulaşmadığım için, fazla magazin bir insan olmadığım için, böyle bir etki bırakmış olabilirim. Ama yeni nesle dokunabiliyor olmak önemli. Bu 90’ların rüzgarından ben de payımı aldım ister istemez. If Ataşehir’de yaptığımız bazı programların başlığı da 90’lar. Çok ilgi gösteriyor insanlar. Bu güzel bir şey. Bu çok onur verici bir şey.

Allah vergisi gürül gürül bir sesin var. Nazardan ırak? Korumak için bir şey yapıyor musun? Ya da şimdiye kadar şan eğitim olsun ya da bu anlamda herhangi bir ses eğitimi almış mıydın?

Aslında müzikal anlamda akademik bir eğitimim yok. Ama kendimi eğittim diyeyim. Tabi ki şan hocalarından aldığım eğitimler ve teyitler var. Ama kendimi daha çok eğittim. Çok kitap okudum armoni üzerine, şan teknikleri üzerine, ki o şan tekniklerinin bir kısmını da şimdi öğrencilerime anlatıyorum. Bir de kendi tekniklerim var, akademik olarak onaylanmış teknikler değil.

Bununla bağlantılı olarak, sanat yaşamındaki 25. Yılını geride bırakırken piyasaya sürekli yeni şeyler üretme baskısını hissediyor musun? Zira benim yeni isimlerde gözlemlediğim, sürekli bir varoluş mücadelesinde oldukları ve bir ay içinde yeni bir şey yapmazlarsa halının altına süpürülüp yerlerine yeni insanların getirilmesi baskısı altında olmaları. Sen deneyimli bir sanatçı olarak yaptığın işlerde böyle bir baskı hissediyor musun Her an yeni bir şey çıkarmalıyım gibi ya da artık ben keyfime bakıyorum rahatlığında mısın?

Hiçbirimizin artık öyle bir lüksü yok. Hiçbirimizin ben artık keyfime bakıyorum rahatlığında olma lüksü yok. Evet isimlerimizi iyi bir şekilde kazıdık. 90’lar sanatçıları için konuşuyorum bu arada. Ama hepimizin çağı yakalama, yeni şeyler yapma, üretme borcu da var. Evet, “Biz Bora Öztoprak’ı çok seviyoruz, çok güzel sesi var, vs.” ama ne yapıyor şu anda? Şarkı yazıyor, ders veriyor, telif haklarıyla uğraşıyor, yani müzikle aktif olarak uğraşıyor. Onun dışında, her ay olmasa bile en azından senede 2 kere şarkı çıkartma yükümlülüğüm olduğunu düşünüyorum. Çünkü eskiden bir albüm çıkarırdık ve onun içinde nispeten sevdiğimiz, aranjörün sevdiği, bestecinin sevdiği, vokalistin sevdiği, yapımcının sevdiği 10 tane şarkı seçeneğin vardı. Oturuyordun, bunu da koyalım, bunu da koyalım, bunu da koyalım diyerek 10 şarkıyı da bir şekilde koyuyorduk ve insanlar bunun içinde istediklerini buluyorlardı ve bir albüm iki sene, üç sene, bazen dört sene senin adını da konserlerini de taşıyordu. Şimdi öyle bir durum yok. Şimdi tek bir albüm değil, tek bir şarkı çıkartabiliyorsun. O tek şarkıda da iyi karar vermen lazım. Bu dönem bunu söyleyeceğim, bunu demek istiyorum ben diye, onu anlatması lazım. Ben galiba orda artık kendimi kasmıyorum. Single diye çok iddialı bir şey çıkartmak zorunda hissetmiyorum kendimi. O anda çok beğendiğim bir şarkı oluyor, bunu neden yapmıyoruz, hadi yapalım diye, şu anda böyle bakıyorum. Ama mutlaka ve mutlaka yılda iki şarkı üretilmeli. İşte Cümle Yalan, Hayranım, 9. Köy…

Dijitalde çıkmış şarkılarının basılı olarak bir CD’de çıkması gibi bir şey olabilir mi? Ya da şimdi plak devrine geri dönüş yaşandı, senin albümlerin için de böyle bir güzellik yapılacak mı acaba?

(Gülüyor) Bunu çok istediğini biliyorum, ama CD artık eskide kalmış bir teknoloji oldu, artık arabalarda ve bilgisayarlarda bile CD çalar yok, ama mesela benim Klip müzikten çıkmış albümlerimin hakları Ecce müziğe satıldı ve nihayet yıllar sonra ilk albümlerim dijitale girdi, olmaması beni çok üzen bir şeydi. Sonra bana hadi ilk albümünün plak basımını yapalım dediler, ben tabi çok heyecanlandım, ama sonra birden dolar fırladı, Euro fırladı, plak basımları Almanya’da yapılıyor, bu yüzden maliyetler birden on katına çıktı. Bir süre erteleyelim dedik projeyi.

Peki neden Almanya’da basıyoruz plakları da kendi plak firmamızı yeniden açmıyoruz. Bildiğim kadarıyla ODEON plak firmamız vardı, yenilerde kapandı. Yeniden açılması mümkün değil mi? Maliyetli mi olur? Çok mu Pollyanna’yım?

Pollyanna tabi (gülüyor). Çünkü Türkiye’de kültür bakanlığı mı var Allah aşkına? Türkiye’de kültür politikası yok. Bugün için konuşmuyorum. 30 senedir de yoktu, 40 senedir de yoktu. Bir kültür politikamız, sanat politikamız yok. Turizmciden kültür bakanı olmaz. Turizmci kültür durumlarını bilmeyebilir. Ama iki bakanlığı birleştirmenin mazereti bu değil. Birbirleriyle koordineli çalışırlar olur biter. Kültürün çok fazla ihtiyacı var. Bir devletin kültür adına politikası olur. Bizim yok. Kötüsüne de razıyım ben. Dünyanın en kötü politikası olsun yeter ki kültür politikamız olsun. Dolayısıyla bunlar hep kültür işleri, kültür hizmetleri. Eski plakları yenilemek, Müzeyyen Senar koleksiyonunu yeni nesillere sunmak… Bu sadece kültür bakanlığının suçu değil. O eski eserleri üreten üstatların evlatlarında da suç var. Bugün Dönülmez Akşamın Ufkunu hiçbirimiz söyleyemiyoruz. Timur Selçuk ambargosu altında. Münir Nurettin Selçuk eserleri Timur Selçuk ambargosu altında. Çok kızıyorum. Kimsenin böyle bir ambargo koymaya hakkı yok. Biri borazan kargası gibi söylesin, biri bülbül gibi söylesin, bırak hodri meydan halk karar versin. Sen onun usulüne karar verme arkadaş, notası yazılı mı? O notasını al, Türkiye’de yetişmiş onlarca müzisyen var, onlar değerlendirsin yani. Bu benim hiç kabul ettiğim bir şey. Bir süre sonra o şarkılar anonim olacak zaten, o zaman söyleyebileceğiz.

Oyuncu Çiçek Dilligil’le, Allah nazarlardan saklasın, şahane bir evliliğiniz var ve ben size bakınca işte elmanın iki yarısının resmi çizilmiş diyorum. Bu uyumlu birliktelik senin üretimine nasıl yansıyor?   Hani derler ya en güzel şarkılar/eserler mutsuzken çıkar diye, sen ne düşünüyorsun bu konuda? Evliliğin, içindeki ilhama etkisi ne oldu?

Sondan başlayayım. İlla bir eser yazmak için aşk üzerinden mutsuzluk, aşk üzerinden acı, aşk üzerinden büyük heyecanlar yaşamaya gerek yok. Benim şarkılarımın çoğu aşk şarkıları olmakla birlikte, başka şeylerden etkilenerek yazdığım şarkılardır çoğu, Seni Seviyorum hariç tabi. Başka anlar etkiler beni, ya da başka süreçler etkiler beni ve onun sonucunda bir şey söylemek isterim ve yazarım. Yani 9. Köy şarkısının sözlerine baktığın zaman gayet aşk şarkısı gibi görünmekle birlikte, uzaktan yakından alakası yoktur aslında. Anlattığım hikaye bambaşka, yazdığım kişi bir kadın değil, bir aşk hikayesi anlatılmıyor orda. Ama aşk kılıfında anlatılıyor, daha kolay çünkü öyle anlatmak. Onun dışında biz evliliğimizi mesleklerimizin dışında tuttuk hep. Evet Çiçek oyuncu, ben de müzisyenim ama evde Çiçekle Bora olmayı becerdik, Ardahan’ın annesi ve babası olmayı becerdik, velhasıl mesleklerimizi buraya karıştırmadık, dolayısıyla birbirimizin mesleğine de dışarıdan dış göz olarak iyi eleştirilerde bulunduk, iyi katkılarda bulunduk. Çiçek’in benim eserlerim, yazdıklarım ya da çıkaracağım şarkılarda çok acımasız eleştirilerde bulunduğu zamanlar oldu. Bunlar bana başka yeni vizyonlar ekledi. Benim Çiçek’in oyunculuğu üzerine, çıkardığı bir oyunda desteğim çok oldu. Birlikte Müjdat Gezen’de ders veriyoruz. Oradan da çok verimli bir sonuç çıkıyor. Çiçek oyun koyuyor ve ben de bütün müzikleri düzenliyorum, çocukları ben çalıştırıyorum, kayıtlarını ben yapıyorum, çok uyumlu bir oyuncu/müzisyen birlikteliğiyle öğrenci yetiştiriyoruz bu şekilde. Yani mesleğimizin uyumuna da yardımcı oldu bu. İlham konusundaysa, dediğim gibi ben hep başka şeylerden ilham aldım. Hiçbir zaman birine aşık olup da şarkı yazmadım ben. Böyle bir durumum yok.

Piyasayı takip ediyor musun? Çıkaracağın şarkıları belirlerken kriterin ne oluyor? Kalbini mi yoksa trendleri mi izliyorsun? İlk kime dinletirsin şarkılarını?

Kalbimi de, trendleri de takip ediyorum. Şöyle ki, bir süre özellikle 2013’ten bu yana yaptığım şarkılarda çoğunluğu benim düzenlemelerim oldu veya bizim gruptan basçımız sevgili Buğra Ortakçı’nın düzenlemeleri oldu. Düzenlemeler konusunda biraz daha kendim ilgilendim her şeyle. Ama daha modern, radyo dostu, daha çağı yakalayan çok farklı düzenleme fikirleri var. Bunu yapan arkadaşlarım da var, ilk defa uzun zaman sonra sevgili Hakan Süersan’la çalıştım. Ben çok ciddi bir fark yarattığını düşünüyorum. Çok naif bir şarkı olmakla birlikte, sounduyla çok başka bir yere oynuyor ve ilk defa yalvarmadan yakarmadan, araya aracı sokmadan radyolarda çalınan bir şarkı oldu 9. Köy. O yüzden trendleri takip etmenin gerekliliğine de inanıyorum. Biraz daha yeni sesler, yeni fikirler, yeni aranje fikirleri önemli, çünkü fark ediyorum ki gençler artık müziği katman katman dinliyorlar. Eskiden Türk halkının en büyük hastalığı müziğin sözlerini dinlemekti sadece, altta ne olup bittiği çok önemli değildi. Şimdi artık katmanları dinliyorlar. Yani müzikal düzeyini takip ediyorlar, tarzını, soundlarını biliyorlar aranjeyi kimin yaptığını. Ne kullanılıyor, ne yapılıyor biliyorlar.

İlk Çiçek mi dinliyor şarkıları?

Yok, en son Çiçek dinliyor (gülüyor), son dönem şarkılarımı hep Gökhan’la (Paşakan, menajeri) paylaştım. Gitaristimiz Cevat’la çok paylaşıyorum, Ardahan’la çok paylaşıyorum. Ardahan’a biraz korkarak dinletiyorum. Çünkü çok sağlam eleştirileri oluyor. Çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğu için, seni ikna eden eleştirileri oluyor ve o şarkının orasından vazgeçmek zorunda kalabiliyorsun. O yüzden Ardahan’a biraz temkinli dinletiyorum ama ilk dinleyenlerden biri oluyor. Çiçek daha çok sonlarda dinliyor. Yani ben şarkının orasını burasını sağını solunu düzelttikten sonra dinliyor.

2013 yılında enfes Büyüdü albümünü yaptın, ancak sanki tam yerini bulamadı, ki bence başyapıttır o albüm, neydi o süreçte eksik olan, yapılması gerekip de yapılmayan?

Ben de katılıyorum sana. Yeni bir yapım firmasıydım ben. Ardiko prodüksiyondan çıkmıştı. Bazı şeyleri yapıp atmasını bilemedim. Kıyamadım yani. İkincisi de, yeni bir yapım firmasıydım, Avrupa müzikle çalıştım, Avrupa müziğin desteğiyle yürüdü albüm. Orda çok tatlı bir basın danışmanımız vardı. Albümün başında onunla başlamıştık. Çok da güzel gidiyordu her şey. Sonra o kişi bir anda sektör değiştirdi, Avrupa müzik’te bir basın danışmanı istihdam etmek yerine diğer firmalar gibi dışarıdan hizmet almaya başladı. Dolayısıyla benim de Ardiko yapım olarak o firmayla çalışmam gerekecekti, onu yapmadım, dolayısıyla basın ayağımızda bir tökezleme oldu. Çabuk oldu. Ama bunun dışında aslında o albüm için de yapılması gereken her şey de yapıldı. 3 klip çekildi, o yayınlanmadı bu yayınlanmadı, Bora Öztoprak’ın kendi kanalından da nereye kadar idare eder? Benim de sinirim bozuldu.

Hatta ben Debelendik çıkış şarkısı olur diye düşünmüştüm daha ilk dinlediğimde. Çok yükselmiştim o şarkıya.

Ben hep Eylül’den yanaydım başından beri. Ben öyle 6-8 şarkıları çok severim. Hala da çok severim o şarkıyı. Kendimle gurur duyduğum şarkılardan biridir o.

Sen son şarkılarını dijitalden yayınladın. Dijital müzik bir yandan geniş kitlelere daha rahat ulaşma imkanı sağlarken, bir yandan sunulan ürünün bolluğundan ve sabit bir basılı kopya olmadığından eserleri kolay unutulmaya müsait hale getiriyor. Dijital platformlarda sunulan müziğin sence avantajları ve dezavantajları neler? Dijital çağın müzikteki kalıcılığa etkisini sen bir sanatçı olarak nasıl değerlendiriyorsun? Kalıcılığı öldürdüğünü düşünüyor musun? Şahsen ben kartonet kültüründen gelen bir müziksever olarak, dijitale karşı olmamakla birlikte (sonuçta teknoloji ve zaman değişiyor), elimde kartoneti tutmadan keyif alamıyorum. Senin nedir düşüncen dijitalde sunulan müziğe dair?

Bunu gençlerle konuşmak lazım bence. Ben de kartonete bakarak bütün albümü hep elimde kartoneti tutarak dinlerdim bir albüm aldığımda. Şimdi benim de bir albüm konsantrasyonum yok. Yani gireyim Spotify’a, atıyorum Demet Akalın ne yapmış, albümü baştan sona dinleyeyim, böyle bir durumum yok. Sanırım en son baştan sona dinlediğim albüm Evrencan Gündüz’ün ilk çıkardığı albümüydü. Bir de Six Pack dinledim. Onun dışında dinlemedim. Albüm dinlemiyorum, seçiyorum. Bir tarz seçiyorum, o tarzın radyosunu buluyorum, çoğunlukla Türkçe değil bunlar. Biraz smooth caz, egzotik caz gibi tarzlar seviyorum. Onları dinliyorum. Ben daha çok cazcı değil de, big band’çiyim. Böyle naif piyano, davul filan değil benim sevdiğim, ben daha köşeli, daha punk işler seviyorum. Söylediğini tam söyleyen, nefesliler zaaart diye vuracak yani bir yerlere. Yaylılar orda öyle bir gezecek ki, söyleyenin canı çıkacak zevkten. Böyle şeyler seviyorum ben. Abartılı, süslü seviyorum.

Saygı albümleri konusunda ne düşünüyorsun? Benim düşünceme göre, son zamanlarda yeni ve çarpıcı şarkılar çıkmadığı için biraz kolaya kaçma ve garantili bir albüm elde etme girişimi gibi geliyor saygı albümleri.

Güzel, iyi bir şey, bence yapılmalı, eski şarkıların yeni nesle yeni seslerden aktarılması. Yeni şarkıların çıkması masraflı dediğim gibi, getirisi yok, genç çocukların bestelerini desteklemek çok riskli. Onlara yatırım yapalım ve para kazanalım diye bir durumları yok. Genç çocukları desteklemek zor. Kolaycılık burada. Kolaycılık gençlerin beste yakalamasında değil, onlar çatır çatır beste yapabiliyorlar, çatır çatır da söz yazıyorlar, yapımcıların onların elinden tutup bir şeyler yapması lazım. Ben kendimi de katıyorum buna. Ben yaptım bir iki tane. Mesela Metehan Taştemel var, bence o gelecekte göreceğimiz adamlardan bir tanesi. O yüzden de eski şarkılara dönüş, coverler vs. var, ama saygı albümleri biraz daha farklı. Talep varsa, alıcısı varsa yapılsın.

Cadde’deki ARK GİGS mekanında her hafta sahne alıyorsun ve çok da rağbet gören sanatçılardansın. Ne gözlemliyorsun o konserlerde, programlarının hıncahınç dolmasını neye bağlıyorsun? Nasıl geçiyor programlar? Bu son teklin de dahil dijitalde yayınladığın şarkıların geri dönüşleri nasıl oluyor?

Samimiyete bağlıyorum. ARK MUSIC GIGS ve IF PERFORMANCE HALL gibi mekanlar adı üstünde performans mekanları ve içki içilen, içki satılan mekanlar. Dolayısıyla buralara doğum günü kutlamaya gelen de oluyor, efkar dağıtmaya gelen de oluyor, arkadaşıyla müzik dinlemeye, şarkılara eşlik etmeye, deşarj olmaya gelen de oluyor. Onlar Bora Öztoprak’tan bu verimi alabileceğini düşünen insanlar ama sonuçta başlayıp hazır ol da kendi şarkılarımı söyleme taraftarı değilim ben. Elbette kendi şarkılarımı da söylüyorum, elbette yeri var programda. Ama herkesin bildiği başka şarkıları da yorumlamayı seviyorum. Sonuçta iyi bir yorumcuyum bence. Başka bir şarkıcının sesinden sevilen şarkıyı başka bir sanatçının sesinden dinlemek her zaman orijinaldir. Dediğim gibi herkes farklı nedenlerle geliyor. O yüzden didaktik programları sevmiyorum. Çok hazır olda program yapmayı sevmiyorum. O samimiyeti galiba tutturuyoruz seyirciyle karşılıklı. Hem “Bora Öztoprak programları eğlenceli oluyor, gidelim” gibi fısıltı gazetelerinin hem de 90’lara dönüşün de bir etkisi var tabi programların dolu geçmesinin.

Senin ilk çıkış döneminle ilgili en özlediğim yönlerden biri, sanatçıların birbirleri arasındaki dayanışmaydı, o dönem müzik programlarında sanatçılar birbirlerine eşlik eder, birbirlerinin albümlerinde vokal olur, hatta kliplerinde oynardı. En kötü stüdyoya gelir hayırlardı. Şimdiyse sanatçılar aynı karede bile görünmekten imtina ediyor. Müzik dünyasındaki çekememezliklerin nedeni ne sence? Neyi paylaşamıyorlar sence? Daha mı bencil zamanlar yaşıyoruz? Yoksa hep mi böyleydi 70’lerde 80’lerde ve 90’larda…

“Hırs sanatta iyi bir şeydir, ama haris bir hırs olduğu zaman, bugünkü manzara ortaya çıkıyor.”

Bu Türkiye iklimiyle alakalı bir şey. Bu laf sokma, laf çarpma yarışı gerçekten çok acayip. İlişkiler çok iç içe geçmiş durumda. Çok iç içe geçen ilişkilerden mutlaka bir maraz doğar. Çok saçma bir ilişkiler ağı var. Dolayısıyla düşmanlıklar da derin oluyor. Şarkıların iklimi de böyle. Kim daha fazla laf çarptırırsa şarkısında, o daha popüler oluyor. Avamlığın prim yaptığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla çok avam her şey, Dolayısıyla bu avamlık ilişkilerde de kolay tahammülsüzlüğü getiriyor, kimsenin birbirine tahammülü yok. O ne giymiş, ben de giyeyim. O kimle çalışmış ben de çalışayım, ben de ona fotoğraf çektireyim, ben de ona klip çektireyim, ben de, ben de, ben de… Yani bir doyumsuzluk bir çekememezlik, haris bir hırs var. Hırs sanatta iyi bir şeydir, ama haris bir hırs olduğu zaman, bugünkü manzara ortaya çıkıyor.

Peki neden bu zamanlar böyle? Yani neden aksini düşünen, aksi gibi davranan bir tane insan yok?

Çünkü ekmek aslanın ağzında, bak ne dedim dışarıda 2 buçuk milyar Türk lirası duruyor. Abuk subuk işlerle uğraşıyoruz. Herkes kendiyle uğraşıyor bu dönemde ve bunu bir iktidar savaşına çevirmiş durumda. O kadar küçük bir pastayı o kadar kocaman bir kitle paylaşmaya çalışıyor ki. Fizik kurallarına, ekonomiye, her şeye aykırı bu. Dışarıdaki parayı toplayacaksın arkadaş. Başka türlü müzik dünyası ne insani koşullarda düzelebilir ne müzikal koşullarda düzelebilir. Bugünkü durumumuz bu. Bugün boş işler peşindeyiz, boş işlerle uğraşıyoruz. Beach clublarda kendimizi gösteriyoruz. Bilmem ne DJ’yle yan yana partilere katılıyoruz. Oralardan para kazanmaya çalışıyor insanlar. Normalde kendi işlerini yaparak para kazanamadıkları için.

Ve en son 9. Köy şarkınla gene bizi sesinle buluşturdun. Hayırlı uğurlu ve alkışı bol olsun. Neydi bu şarkının oluşma hikayesi? O süreci ve şarkıyı anlatmanı istesem? Kimler sihirli dokunuşlarıyla destek oldu senin şahane yorumuna? Geri dönüşler nasıl?

Bu söyleşi de söylediğim gibi, ben insanlarla ilişkilerimde lafı çok dolandırmam, söylemek istediğimi söylerim. Ama temiz söylerim. Ama bazen fazla temiz söylediğim için de bazı insanların ağırına gidebilir bu. O zaman da işte 9 köyden kovuluyorsun. Bir süre sonra herkes pişman oluyor bunu yaptığına, ama hayatımdan çıkılmış oluyor. Hayatımdan çıkan, çıkmayı tercih eden bir arkadaşım için yazdım sözleri ve tamamen akarak geldi yani duraksamadan yazdım. Adını da 9. Köy koydum. Ve geri dönüşleri de güzel. Spotify’da ve iTunes’da çok iyi gidiyor ama Youtube’da klip biraz vasat gidiyor. Dinleme oranlarına bakıyorum ben, çünkü indirme/satın alma oranları çok düşük oluyor. Artık o mecralarda üyeliğin varsa rahat rahat dinleyebiliyorsun. Dinleme oranları çok iyi gidiyor, bu da iyi bir şey. Yani insanların paylaştığını gösteriyor. Grafik artarak ilerliyor. Şu çok enteresan. 10.000 kişilik, 20.000 kişilik konserler vermiyorum. Maksimum 300 kişilik, 400 kişilik mekanlarda sahne alıyorum. Her konserde söylemeye çalışıyorum yeni şarkıları. 90’lar geceleri olsa da söylüyorum. Konserlerden sonra enteresan bir artış oluyor grafikte. Güzel buluyorlar, beğeniyorlar, millet dinliyor yani.

Sahnede söylemeyi çok özlediğin ya da ah keşke yeniden patlasa dediğin bir şarkı var mı yeterince duyulmadığını düşündüğün?

Albümlerimin B Yüzlerinin son şarkılarını severim. İlk albümde Son Şarkı, üçüncü albümde Havadan Sudan, taparım o şarkıya. Hatta o şarkı İlhan Şeşen’in en beğendiği şarkımdır ilk yaptığım zamanlarda. Bana mentorluk yapıyordu albüm çıkmadan önce. Muazzam bir mentordur. Benim şarkılarımda çok büyük etkisi ve katkısı vardır. O şarkıyı çalmıştım ilk. Tek kelime söylemedi sözü müziği, ben de onu çok severek söylemiştim. Belki onu tekrar yaparım. En sevdiğim şarkıdır. Bir o kadar sevdiğim şarkı, Büyüdü albümünde Uzaklara Doğru. Baya kendime güvendiğim bir şarkıdır o. Sana en sevilen Bora Öztoprak şarkılarını söyleyeyim. Tabi ki açık ara Seni Seviyorum, Akdeniz Geceleri 2 numara, Başıma Bela Mısın 3 numara, Gidiyorum 4 numara, Hayranım 5 Numara, 9. Köy 6 numara, Çetrefilli Yollar 7, Cümle Alem 8, Deli Yar 9, Gideceksen Git 10 numara.

Ve bir sosyal medya sorusu geliyor. Sosyal medya olmadığı yıllarda sanatçıların şarkıları, kıyafetleri, ne yapacakları merak edilirdi ve sanatçının bir ulaşılmazlığı, bir büyüsü olurdu; şimdi ise sanatçılar ne yapıyorlarsa nerdeyse fanlarının isteklerine göre yapıyorlar ve bu da başarı garantili işler getiriyor, ama sanatçının da bir büyüsü, merak edilecek bir yanı kalmıyor bu durumda, sen nasıl bakıyorsun sosyal medyanın bu işlevine, sence sosyal medya sanatçı için avantaj mı dezavantaj mı? Hem senin özelinde hem de genel bakışın olarak soruyorum bunu.

Avantaj olduğu kesin. Bir kere kendi medyanı yönetiyorsun. Orada röportaj verebildim, buraya kapak olabildim, bu gazetede yayınlandım, burada klibim döndü falan… Bunun dışında bir özgürlük alanı. Kendi medyanı kendin yaratıyorsun. Kendin editörsün. İyi bir sosyal medya kullanıcısı değilim ben. Mümkün olduğu kadar paylaşmaya değer bulduğum şeyler az oluyor. Çiçek çok iyi bir sosyal medya kullanıcısı. Zaten iki yüz bine yaklaştı takipçi sayısı ve tamamı organik. Benimse 30.000’lerde, yani çok kullanmadığım buradan da belli. Ama ne olursa olsun 30.000 tirajlı bir dergi yok Türkiye’de. Ama ben bir tane fotoğraf koyduğumda 30.000 kişi görüyor. Beğenip beğenmemesi önemli değil, önünden geçiyor. Dolayısıyla bu çok büyük bir avantaj. Çok fazla şarkıcı takip etmiyorum sosyal medyada. Ne dediklerini çok bilmiyorum yani. Son dönemki medyatik camiayı avam buluyorum. Avam bulduğum için de paylaşımları çok rahatsız edici oluyor. Daha çok müzisyenleri takip ediyorum. Vokalist arkadaşlarımı, müzisyen arkadaşlarımı takip ediyorum. Hem şarkıcı olarak hem müzikal olarak hem konserlerini hem sosyal medyasını takip ettiğim bir Gökhan Türkmen var. Çünkü o çarkın içine girmeden sürekli üretiyor. O bahsettiğim troykanın içine girmeden kendi kanallarını kurdular, sürekli aktif olarak çalıştırıyorlar, takipçi sayılarını arttırdılar, konserlerinde son derece iyi, ilkeli işler yapıyorlar, mis gibi çalıyorlar, mis gibi söylüyorlar, sürekli yenileniyorlar, yani harika işler yapıyorlar, ayakta alkışlanası. Gökhan Tepe’yi çok beğeniyorum, onu takip ediyorum. Çok efendi buluyorum. Çok yetenekli bir çocuktu o zamanlarda da. 90’lar ekibinin en büyük yapımcı mağduriyetini Gökhan Tepe yaşadı diye biliyorum ben. Baya bir uyumsuzluk yaşadıklarını hatırlıyorum. Hem Gökhan’ın yapmak istedikleri hem yapımcının sunmak istedikleri arasında dağlar vardı. Ama o dönemin de önemli yapımcısıydı Gökhan’ın yapımcısı. Sadece Gökhan’ın vizyonuyla onlarınki uymadı. Mağdur derken onu söylüyorum. Onun istediği şey, şu anda yansıttığı şey. İyi bir besteci, Şebnem Sungur’la harikalar yaratıyorlar, Ayla Çelik’le harikalar yaratıyorlar, kendi şarkıları da öyle, sağa sola verdikleri de öyle. Ebru Gündeş’e en son albümünde verdiği Gidiniz şarkısı mesela, muhtemelen Ebru Gündeş’in geçirdiği dönemlere dair çok iyi yazılmış bir şarkı. Bayıldım yani, çok güzel şeyler yaratıyorlar. Onları takip ediyorum. Mesela Gülben Ergen’i takip ediyorum. Lüzumsuz bir şey paylaşmıyor. Çocuklarını paylaşıyor, ufak tefek tatillerini paylaşıyor, selülitlerini paylaşıyor “evet biliyorum selülitim var” diyor, samimi geliyor bana. Samimi bir sosyal medya kullanıcısı. Starların içinden söylüyorum bunu.

Ülkemiz ve dünya sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Hala eğlence gibi görülen, bu yüzden de bu olaylardan ilk etkilenen müzik ve sahne sektörünün içinde yer alırken, bu olaylar vatandaş ve sanatçı Bora Öztoprak’ı nasıl etkiliyor?

“Türkiye ben otuzlu yaşlarıma gelene kadar bir batı ülkesiydi, bir Avrupa ülkesiydi. Son 15 yılda maalesef her türlü vizyonuyla tam bir Ortadoğu ülkesi oldu. Düzeleceğini ve değişeceğini umuyorum. Hiçbir dönem sonsuz değil, bu dönem de geçer. Ama sanata çok büyük etkileri oluyor, hem üretimine hem tüketimine çok etkisi oluyor.”

Maalesef bizim adına sanat dediğimiz ve çok önemsediğimiz bu mesleğimizi ülkemiz hala bir çalgıcılık mesleği olarak görüyor. Bir diplomadan sonra yapılabilecek, bir heves giderme işi olarak görüyor. Oysa ki matematik ve fizik kadar akademik bir iştir müzik. Maalesef öyle görüldüğü için de insanların ilk elini eteğini çektikleri şey sanatsal aktiviteler oluyor bir krizin içinde. Bir ekonomik krizde, bir siyasi krizde insanlar elini eteğini çekiyor. Oysa ki, batı dünyasında, sanatın daha köklü ilerlediği Fransa’da misal, ekonomik krizde ilk yapılan şey herkesin müzik marketlere koşması, kitapçılara koşması oluyor. Çünkü evinde oturacak ya, sokağa çıkamayacak, dışarıda yemek yiyemeyecek, sokakta şarap içemeyecek, evinde vakit geçirecek, müzik dinleyecek, kitabını okuyacak veya büyük ihtimalle tiyatroya gidecek ve böyle deşarj olacak. Bizde öyle olmuyor maalesef. Onun için hani Türkiye ve dünya diye kıyasladığında, Türkiye ben otuzlu yaşlarıma gelene kadar bir batı ülkesiydi, bir Avrupa ülkesiydi. Son 15 yılda maalesef tam bir Ortadoğu ülkesi oldu. Her türlü vizyonuyla tam bir Ortadoğu ülkesi oldu. Düzeleceğini umuyorum, değişeceğini umuyorum. Hiçbir dönem sonsuz değil, bu dönem de geçer. Ama sanata çok büyük etkileri oluyor yani. Hem üretimine hem tüketimine her şeyine çok etkisi oluyor.

Dikkat ediyorum ne zaman toplumsal bir olay olsa, ilk konserler iptal oluyor, konserlerini iptal etmeyen sanatçılar linçleniyor vs. Ama hiç ben bir futbol maçının iptal edildiğini görmedim.

“Devletin kültür politikası olmadığı için bizim işimiz bir gece çalışmamakla iki ay kiranı ödeyemediğin bir iş. Bizim işimiz sigortası olmayan bir iş. Yani bizim işimiz devletin tanımadığı bir iş.”

Beni hiç ilgilendirmiyor. Beni çok yaralayan bir iki tane sosyal olay vardı, orda zaten canım da şarkı söylemek istemedi. Onun dışında hiçbir olayda aktivitemi, konserimi iptal etmedim. Benim konserimi iptal ettirmem demek, en az 40 kişinin yiyeceği ekmeği eve götürememesi demek. Bizim işimiz devletin kültür politikası olmadığı için, bunu üzerine basarak söylüyorum, devletin kültür politikası olmadığı için bizim işimiz bir gece çalışmamakla iki ay kiranı ödeyemediğin bir iş. Bizim işimiz sigortası olmayan bir iş. Bizim işimiz devletin tüm kademelerinde diğer kutucuğuna işaretlenen bir iş. Adı olmayan bir iş. Bizim işimiz vergi mevzuatında birilerine uyumlanarak üretilen bir iş. Yani devletin tanımadığı bir iş. Devlet tanımıyor bizim işimizi. O yüzden bize göre bir vergi mevzuatı yok. En çok vergiyi de biz ödüyoruz, en çok azarı da biz işitiyoruz, en çok etkiyi de biz alıyoruz siyasi çalkantılardan, ekonomik çalkantılardan. Sanatçıların sokaklara çıkıp bağırması bu yüzden. Sadece muhalif olduklarından değil. Ekmeklerini etkiliyor ağızlarından çıkan bir söz. En çok maaşı veren adam ben ama en çok azarı işiten ve en çok hayatı etkilenen ben. O yüzden bağırıyor sanatçılar. Genel üzerinden konuşmayayım. Sanatçıların yer yer yaptıkları çelişkili açıklamaları da anlıyorum. Çünkü herkesin devam ettirmesi gereken bir hayat var. Herkes maaşını 22 gün üzerinden hesap edip alıyor ama kimse “bugün terör olayı oldu, o yüzden sana 21 günlük maaş vereceğim” demiyor. Yani hiçbir kurum, terör olaylarının olduğu, bayrakların yarıya indirildiği, milli yas ilan edildiği gün ekmeğinden olmuyor. Hiçbir kurum ya da hiç kimse. Üstelik eğlence sayılan, deşarj alanı sayılan statları 50.000 kişi hıncahınç dolduruyor ama burada küfür de ediliyor, ölüm olduğu gün, şehitlerimiz olduğu gün, küfürler uçuşuyor statlarda, televizyonlarda canlı yayınlarda. Neden? O milyon dolar getiriyor. Ben milyon dolar getirebilirim ama sokakta 2 buçuk milyarım var. Her fırsatta söyleyeceğim bunu.

Bora Öztoprak bir sanatçı olarak eleştiriye ne kadar açıktır? Gelen eleştiriler seni nasıl etkiliyor? Başkalarının ne düşündüğünü umursasan neler yapardın? Nasıl eleştiriler yapılsa memnun olursun ya da düşünürsün ya da kızarsın?

Herkes kendinin eleştiriye açık olduğunu iddia eder. Ben de öyle yapacağım. Eleştiriye açığımdır ben. Beni en çok eleştiren adamı da en yakınımda tutarım. Genel olarak tersidir bu. Ama hani eleştiri yapılır da bazen onu değiştirmek içinden gelmez, bir yandan eleştiri yapılabilir her şekilde, hakarete varmadığı sürece. Bazen derim ki, eleştirini anlıyorum, kabul de ediyorum, doğrudur, ama ben bunu böyle yapmak istemiyorum. Genelde karakterim böyledir. Grubumuzdan Cevat mesela, en acımasız eleştirileri yapanlardan bir tanesidir, dolayısıyla orkestramızın da şefidir. Benim için eleştiriyi yapmak önemlidir yani her şeye eyvallah demek, abi en iyisini sen biliyorsun falan, öyle bir şey yok, en iyisini ben de bilmem, kimse bilmez yani.

O biraz önce bahsettiğimiz tırnak içinde avamlığın nedeni de sanatçıların etrafında hep onları pohpohlayan insanları barındırıp kendilerini bir pohpoh perisi haline getirmesi diye düşünüyorum.

Her şey böyle yozlaşmıyor mu yani? Siyasetimiz de böyle yozlaşıyor, müziğimiz de şirketler de böyle yozlaşıyor. Kurumsal bakmadığın zaman hayata… Kurumsal dediğim ne? Herkesin bir işi var herkesin bir görevi var, ben şimdi Cevat’a nasıl gitar çalacağını söylersem olmaz, böyle çalma şöyle çal, burada o akoru basmanı istemiyorum… Böyle bir hakkımız yok. O şarkının gereğini yapıyor Cevat.

Bora Öztoprak’ın toplumsal olaylara bakışı nedir? Hani sosyal medyada dönen bir laf var, sanatçı sanatını yapsın politik düşüncesini ifade etmesin gibi. Sence sanatçı düşüncesini kendine mi saklamalı, yoksa söylemeli mi? En son hangi toplumsal olaylardan etkilendin bir sanatçı olarak?

Sanatçı zaten söyleyeceğini sanatıyla söyler. Ekstradan politik bir söylem, politik bir duruş sergilersin, bir yerde durursun. Bunu da seni takip edenler görür. Ama bunu göstermeci yapmazsın. Yani ben buradayım, bak kahvaltıdayım, bak adalet yürüyüşüne gittim, bak işte 15 Temmuz mitingine gittim, bak gezi parkındayım çadırları bekliyorum, bu kadar göstermeci yapmanın anlamı yok. Bir tane duruşun vardır, o duruşun herkesce malumdur. Ama gerçek söylemek istediğini sanatınla söylüyorsundur. Kitleler de seni sanatınla takip ediyordur. Onun dışında cumhurbaşkanının her bir söylediğine cevap yetiştirmek, bilmem ne bakanının her söylediğine cevap yetiştirmek doğru değil. Ben burada kültür politikalarına eleştiri yaparken, kendim bir mesleğin bir mensubu olarak gördüğüm eksiklikleri söylemekle yükümlüyüm. Ben gelmişim 46 yaşına, bunca zaman yapmışım bu işi. Bundan sonra böyle yapmaya devam ederim, ama benden sonra gelecek kuşakların Türkiye’nin kültür politikasına ihtiyacı var.  Bunu da söylemek zorundayım. Bu bir politik duruştur. Ama her gün kalkıp da beğenmediğin bir siyasetçiye, beğenmediğin bir demecine laf yetiştirmeyi doğru bulmuyorum. Gerek yok bence. Biz işimizi yapalım, ülkemizi düşünelim, ülkemiz hakkında kendi alanımızda projeler üretelim, eğer çok fikriniz varsa siyasetle ilgili, elimizi taşın altına sokalım siyasete girelim. Buyurun orada konuşalım ama uzaktan konuşmayı da sevmiyorum ben. Gene öfkeli kalabalıklar yani, ben onlara öfkeli kalabalıklar diyorum. Bu öfke benim için çok önemli bir kelime. Çok sıkılıyorum öfkeli rakı sofralarından, çok sıkılıyorum öfkeli Türkiye analizlerinden. Öfkeyle kimse bir şey elde edememiş hayatta. Sanatçının öfkeyle işi olmaz, duygularla olur, duygular ekstrem noktalara çıkabilir ama öfke bir sanatçının işini de bozar, hayatını da bozar, hiç gerek yok.

LGBTİ+ konusu bu ülkenin kadınlara ve çocuklara şiddetle birlikte hala en kanayan yaralarından biri. Bunlar çözülmek bir yana şiddet ve nefret dozu gitgide artan bir hal almakta. 6 yıldır LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne izin verilmiyor. LGBTİ+ bireylere ölüme varan şiddet olayları ve ayrımcılık yapıldığını okuyoruz/görüyoruz hep haberlerde. Sen yaşam hakları ellerinden alınmak istenen LGBTİ+ bireylerin sorunlarına nasıl bakıyorsun? Onlara nasıl seslenmek istersin? Sence bu sorunun çözümü nerede yatıyor? LGBTİ+’lere nasıl bir sorumluluk düşüyor sence bu ön yargıları yıkmada? Bir sanatçı bakışı atmanı istesem?  Sen LGBTİ+ dünyasına nasıl bakıyorsun? LGBTİ+’ler senin için ne ifade ediyor?

“Kimin kiminle seviştiğiyle ilgilenmeyi bıraktığımız gün modernleşeceğiz!”

Çok uzun bir konu. Bir kere kimin hayatını kiminle el ele yaşayacağı kimsenin derdi değil. Ama maalesef toplumsal olarak biz insanların evliliklerine, beraberliklerine, birlikte yaşamalarına, birbirlerine aşk duymalarına hep burnumuzu sokuyoruz. Töresel olarak da böyleyiz, geleneklerimiz de böyle. Ülkenin en batısından en doğusuna yürüyerek gidelim, hepsinin evlilik ritüelinde bir şey var, hepsi değişiktir. Çok acayip törenler, ritüeller var. Tamam bunları koruyalım. Ama ailelerimiz ve yakın toplumumuz iki bireyin aşkına çok müdahil. Bu aslında geleneklerin, toplumsal öğretilerin bozulacağına dair bir korkudan kaynaklanıyor. Korku şiddeti getirir. LGBTİ+ bireylerin bir arada olmasının önünü açmak demek, böyle düşünenlerce, “toplumun geleneklerinin altına dinamit koyacaklar bunlar, geleneklerimiz göreneklerimiz bozulacak, bunlar şeytan işi” gibi korkuları getiriyor. Oysa ki her kim olursa olsun, kadın-kadın, kadın-erkek, erkek-erkek fark etmez, herkesin sadece insan olduğuyla ilgilensek, kimin kiminle seviştiği ile ilgilenmesek bu sorun ortadan kalkacak, ama bu vizyona maalesef bölge olarak da ülke olarak da çok uzağız. Buradan yüz kilometre batıya gittiğinde, dünya bambaşka bir yere gidiyor. Onların yok mu gelenekleri görenekleri? Yok mu Allahları ya da kitabı? Sadece bizde mi var bu? Dolayısıyla biraz sert, katı ve korkuyla bakıyoruz değişimlere. Bu değişimler yüzyıllardır vardı, hep de var olmaya devam edecek. İnsanoğlu var olduğundan beri vardı ama hep toplum baskısından yer altında yaşanıyordu. Artık özgür toplumlar Allahtan var ki, bu durum su yüzüne çıktı ve herkes kendini daha iyi ifade edebiliyor. Batı dünyasında pek çok örneği var. Oğlum şimdi Amerika’da ve her yerde Pride bayrakları var, bütün mekanlar Pride bayrakları asıyor. Mesela Tunus’un gey cumhurbaşkanı diye haber çıktı, yani niye yaftalıyorsun ki bunu, geyse gey değilse değil, yani kimin kiminle seviştiğiyle ilgilenmeyi bıraktığımız gün modernleşeceğiz. Çünkü kimseyi ilgilendirmez. Neden o zaman yatak odana perde koyuyorsun? Birey çok doğru bir terim, bu bireyler, insanlar hayatlarını kiminle birleştireceklerini seçme konusunda özgürler. Her insan özgür. Anasının babasının gönlü olacak diye, bir insan hayatı boyunca teninin çekmediği bir insanla beraber olmak zulmüne katlanmak zorunda değil veya bunu sırf devletler istiyor diye, sırf toplumlar istiyor diye ne acılar yaşanıyor. Ondan sonra diyorsun ki niye aile içi şiddet var. Cinsel deşarj insanın ihtiyacı, sürekli cinsel deşarj olamadığını düşün hayatın boyunca, sürekli zoraki, e bir de çocuk istiyor toplum senden, torun lazım falan, bu da baskıyı getiriyor. Bu cümleyi birinin kurması lazım: kimin kimle seviştiğinden sana ne? Ama tabi bu cümleyi kuranı da linç etmeye hazır bir kitle var. Şirin Payzın’ın LGBTİ+ ile alakalı tweetinin altındaki 137 yoruma baktım, ev kadınları falan yazmışlar, inanamıyorum, hele annelerin bu kadar hümanist olmayan yaklaşımlarını aklım almıyor, “ama çocuklarımızı özendirmek” falan, yahu bu özenilerek seçilen bir seçenek değil ki? Yani annelerden de başlıyor bu iş. O anneler Şirin Payzın’ın o tweetinin altına bakıp bence kendilerinden utanmalılar. Çocukları özendirmek ne demek? “Siz de mi destekliyorsunuz” yazmış, böyle tehditler fışkırıyor, asıl senin desteklemiyor olman sana normal geliyor mu? Yani dön bir aynaya bak. Bir insanın bir insanla beraberliğini tartışıyoruz toplumca. Çok acayip hiçbir zaman anlayamayacağım.

Bora Öztoprak’ın LGBTİ+ fanlarıyla iletişimi var mı? veya LGBTİ+ etkinliklerinde yer almayı hiç düşünür mü bir gün? Bu konuda girişimleri oldu mu?

Kurulmadı, ama kurulsaydı seve seve yer alırdım etkinliklerde. Şunu söyleyeyim ama, toplumsal olaylarda bayrak sallamayı sevmiyorum. Bu benim tarzım değil yani. Sokak mücadelesini çok sevmiyorum. Ama benim yapabileceğim başka bir katkı varsa o katkıyı vermeye de hazırım. Ama ne mücadele olursa olsun, bayrağını sallamayı sevmiyorum sokakta. Daha uzlaşmacı bir yapım var benim. Pek çoğu buna ne kokar ne bulaşır diyor.

Son olarak, gümüş yılını geride bırakırken altın yıla doğru plan projelerinden bahseder misin? Heybende gelecek yıllar için neler var? Hayranların sana nerelerden ulaşır?

Aslında çok güzel bir 25. yıl projemiz vardı, şimdilik ilerlemiyor, bir formülünü bulacağım elbet. Ciddi bir proje ama bu, böyle 5 tane şarkıcıyla söylenecek, düetler yapılacak gibi bir şey değil çok farklı.
Sosyal medyada özellikle twitter ve facebook mecralarında çok aktif değilim ama bana instagramdan “boraoztoprak” adresinden ulaşabilir ve güncel konserlerimi ve programlarımı öğrenebilirler. Herkese sevgilerimle…

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 14. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.