Röportaj: Dilruba Saatçi

Fotoğraf: Eyüp Keleş

Röportaj: İlker Bozkurt

Bize kendinizden bahseder misiniz?

Sanatın, yaratıcılığın içinde kaybolmayı seven, felsefe ve psikoloji tutkunu bir insanım. Her şeyin, herkesin bir biriyle bağlantıda olduğuna inanan, inancımı kaybettiğimde birden hüzne kapılabilen, bağlantıyı bulduğuma inandığımda dünyayı kucaklamak isteyen huyum vardır. ‘İnsan kendini insanda tanır’ demiş Johann Wolfgang Von Goethe. Bu yüzden de insana olan merakım olağanüstü yoğundur. Yani her daim derdim kendimledir.

Konforu arayan, bulduğumda da korkan yapım, zaman zaman hem kendimi, hem de yakın çevremi delirtmiştir. Ardından hüzne kapılmış, çıkış kapısını her zaman bulmuşumdur. O kapıdan girdikten sonra yakın çevremden hala yanımda olan insanlar olursa da ‘şükürler olsun’ diye kahkaha ile ağlamam bir olmuştur.  Bugüne kadar böyleydi, fakat yarın her şey değişebilir.

Eğer sanatsal yürüdüğüm yol beni size yakınlaştıracaksa;

Ünlü müzisyen ve besteci İsmet Nedim’in ve Zeynep Hanımın kızıyım.  8 yaşında ailem ile birlikte Berlin’e yerleştim. Çocukluk ve gençlik yıllarımda ilk sahne eğitimlerime başlayıp, Berlin Teknik Üniversitesi’nde Felsefe ve Psikoloji Bölümü’nde bir süre eğitim alıp, yanı sıra Müzik Okulu’ndan 1992 yılında mezun oldum.

Viyana’ya giderek Müzik ve Görsel Sanatlar Yüksek Okulu Müzikal Bölümünden 1995 yılında mezun oldum. 2003 yılında Coaching Company Berlin Film ve Televizyon Oyunculuğu Okulunu bitirdim. Almanya ve Avusturya’da bir taraftan birçok tiyatroda Oyuncu, Koreograf ve Eğitmen olarak görev alırken bir taraftan da birçok tiyatro eseri ve müzikal yazıp sahneledim.

AHAB – Akademisinden “Personal Coach” sertifikasını aldım. 2012’de Berlin Tor Psikoloji Akademisinde stajyerliğimi tamamladıktan sonra, aynı Akademide eğitmen olarak çalışmaya devam ettim. Paralelinde tiyatro projelerinde görevimi sürdürmeye devam ettim.

Türkiye maceram ise,  Türkçeyi gitgide unutmaya başladığımı fark edince, 2000 yılında anadilimi tekrar öğrenmeye karar vererek,  yoğun bir araştırma, öğrenim ve üretim aşamasından sonra ‘’Fikriye ve Latife, Mustafa Kemal’i Sevdim” adlı eserini yazarak başladı. Paralelinde İstanbul Süzer Plazada ‘Maan’ tiyatrosunu kurdum ve yönettim.

Dilruba Saatçi’nin bir haftası nasıl geçer? Neler yapar?

Bir hafta diğerine hiç benzemiyor.  Kesinlikle her sabah şunu yaparım, yatmadan önce bunu yaparım gibi bir gerçekçiliğim yok.  İşimde disiplini sevdiğim kadar, özel hayatımda disiplini ve sürekliliğini koruyan bir aktiviteyi sevmem.  Birçok olumlu yönü olduğu gibi, olumsuz yansımaları da oluyor. Olsun. Sorumluluğunu kabul ediyorum.   Evden pek çıkmaz derler. Evet doğru. Zamanımın çoğu masa başında yazarak geçer.

Ötekiler ile çalışmayı tercih etmenizin sebebi nedir?

Bilinçli bir tercihti. Sene 2006. Televizyonda, Taksimin tam ortasında eline bir ayakkabısını almış, insanlara, hayata isyan edercesine bir trans bireyi gösteriyorlardı. Spiker çok olumsuz şeyler söylüyordu bu insan hakkında.   O zamana kadar sıklıkla duyduğumuz şeylerdi.  Genelleştirerek yorum yapıyor, bu insanın neden ve nasıl bu noktaya geldiğinden bahsedilmiyordu.  Hüzünlendim ve ardından sinirlendim.  Bir şeyler yapmalıydım.  En azından denemeliyim diyerek, İstiklal caddesine çıkıp, trans kadınları / trans bireyleri aramaya çıktım ve buldum.  Çalışmaya başladık. Gerisi su gibi akıp gitti.

Sizin gözünüzden LGBTİ’leri anlatmanızı istesek? Bizi bize anlatır mısınız?

O biraz haddimi aşar. Zaten genelleştirmekten çekinir ve hatta korkarım. Şimdiye kadar gördüğüm, tanıştığım ve çalıştığım LGBTİ’ler sevinçlerinin, özlemlerinin, sıkıntılarının, mutsuzluklarının kaynağının farkında. Toplumun kendilerine gösterdikleri yakınlığın, uzaklığın, korkunun, merakın sebeplerini çok iyi analiz edip, ifade ettiklerine de çok sefer şahit oldum.  Benim size sunabileceğim yeni bir bakış açısı yok.  Bana bir bireyi sorarsanız ve o insanı yeterince tanıma fırsatım eğer olmuşsa, belki. Fakat onu da burada yapmam.

Grup Opal’in sizdeki izdüşümü nedir? Bize biraz Grup Opal’i anlatır mısınız?

İzdüşümü? Ne güzel bir kelime bu.  Lügata bakınca; Bir ışık kaynağından çıkan ışınlarla ekran üzerinde görüntü oluşturma işi, projeksiyon, diye yazıyor. Harika!   Yukardaki sorunuzun cevabıdır temelinde bu sorunun cevabı.  Teknik açıdan ise, 2007 de kuruldu. Bireyler uzun bir eğitimden geçtiler ve hala da geçmekteler.  Okul gibi varsayın, teneffüsleri olan, sınıfta kalanları ve sınıfı geçenleriyle.  Hiyerarşi sistemi vardır Opalde.  Lütfen gözünüzün önüne Türkiye’deki okullar ve öğretmenler gelmesin.  Benim de tecrübe ettiğim, saygısız, öğrencinin kişiliğini ve potansiyelini ezen bir sistemden bahsetmiyorum. Toplulukta yer alan kişileri alt-üst ilişkileri, görev ve yetkilerine göre sınıflandıran sistemden bahsediyorum. Saygı ve sevgiyle.

“Üç kuruşluk mahalle dersleri” oyununun fikri nasıl gelişti? Oyunun hikayesini anlatır mısınız?

Yaklaşık bir buçuk yıllık ders sürecinden sonra, ilk sahnelenişinin üzerinden yarım yüzyılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen, yönelttiği sorularla güncelliğini koruyan John Gay’in “Dilenciler Operası” ndan yola çıkmaya karar vermiştim. Suç, ahlak ve düzen denklemini sorgulayan eser, trajikomik bir bakış açısıyla ele aldığı ayakta kalma mücadelesiyle maddiyat üzerine kurulu düzenin acımasızlığını ve yıkıcılığını gözler önüne seriyor. Yeraltı dünyasını içinde barındıran küçük burjuvayı hedef alan, kendimizi en kuvvetli ifade edebileceğimiz eserdi.

Seyirciler,  tiyatro fuayesinden başlayarak yeraltı dünyasına giriş yapan seyirciler, oyuncularla iç içe olup, tüm oyun boyunca oyunun bir parçası oldular.

“Mustafa Kemal’i sevdim” oyununuz oldukça beğeni kazanmıştı. Bu oyunu yazarken neler amaçlamıştınız?

Basit, sıradan bir amaç; Anlatılmamış bir hikâyeyi anlatmak ve canlandırmak.  Bir kere Türkiye’nin herhangi bir yerinde sergilensin, Türk seyircinin karşısına çıkayım yeter bana demiştim.  Politik bir amaca hizmet etmek için olmadığına, sadece beni tanımayanlar ve oyunu izlemeyenler, inanmamıştır. Olsun.  2004 yılında Berlin/Almanya’da yazdığım bu oyun amacını olumlu bir yönde aştı ve 11. senesini kutladık 2015 de.  Halen farklı derneklerden, vakıflardan ve Üniversitelerden davet almaktayız.

Bu oyun benimle beraber olgunlaşmakta ve Türkiye’nin ve insanının değişim ve dönüşümüne şahit olmakta. 11 sene içinde birçok hikâyenin biriktiğini tahmin edebilirsiniz.  Her ne yaşadıysa oyun, hala ayakta. Dimdik.

İlginçtir ki sizde oyunun asıl adını yazmadınız. ‘Fikriye ve Latife, Mustafa Kemal’i Sevdim’ ismi.  Oyunun ismini çok farklı telaffuz edilmesine alıştım. Çok ilginç bulduğum bir konudur.   Kadınların isimlerini değiştirmekten başlayın, ben de Mustafa Kemal’i Sevdim den devam edin. ‘Atatürk’ü Çok Sevdim’ diye davet edildiğimiz bir şehrin devasa afiş tasarımlarına da şahit olduk seneler içinde.

Son oyununuz hakkında duyumlar alıyoruz fakat net bir bilgimiz yok. Şuan üzerinde çalıştığınız son oyununuzdan bize biraz bahseder misiniz? Bu oyunda tiyatro severleri neler bekliyor?

Grup Opal’in yeni üyeleri ile yaklaşık bir sene eğitim sürecinin ardından, sponsor ve destekçi bulma sürecine girdiğimiz bir oyun. Bir Euripides uyarlaması. Toplumsal yara olarak birçok vakanın ardında gizli kalmış bir durum. Psikiyatri uzmanı Dr. Semih Dikkatli’nin bana yazı aşamasında desteğini verdiği ve büyük bir titizlikle çalışmalarımızı gerçekleştirdiğimiz çalışmanın detaylarına şimdilik girmek istemiyorum. Batıl inancımın tutsağıyım diyelim.

Tiyatro oyuncusu olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Bütün varını yoğunu kendisini tanımak için yatırım yapması, hayatı boyunca aldığı ezberci eğitimin ve toplumsal eğitimin içinde yarattığı prangaları kırmak için cesaretli olması, sık sık cenazelere gitmesi, bedelin değerini benimsemesi, en az bir dil öğrenmesi ve hikâye anlatmayı sevmeyi öğrenmesi.

Neden ve nasılın asla ve asla peşini bırakmaması.

Yaptığınız çalışmalar için destek bulabiliyor musunuz? Destek bulamıyorsanız bunun sebebi ne olabilir?

Destekçinin çıkarına bağlı bir durum. Bazı oyunlarıma evet, bazıları için nerdeyse hayır.  Yurtdışındaki destekçilerim çoğunlukla manevi çıkarına baktı. Burada ise, sadece maddi çıkarına bakıyor. Gelişimini maddi birikimine bağlayan bir çoğunluk var. Buna bir de son dönemdeki cehaletin ve tabuların yüceleştirilmesini eklerseniz, sanırım hangi konularda, ne zaman olumsuz geri dönüşler aldığımızı tahmin edebilirsiniz. Görüşmelerde nerdeyse hiçbir yerde nezaket, zarafet, bilgi üzerine kurulu bir iletişim yok. Kadın veya erkek hiç fark etmiyor. ‘’Para bende, güç bende. Gücüme güç katacaksan konuş’’ dercesine yaklaşımlarda bulunulan bir görüşmeye de benim gitmem imkansız.

Yaptığınız işlerle ülkeye, topluma vermek istediğiniz mesajlarınız nedir?

Ne kadar devasa bir kelime; Toplum!  Bu gücün karşısında kendimi fena zayıf hissediyorum.  Bir gün toplum adındaki dev, benden bir şey istediğinde, o da ben de olduğunu fark ettiğimde bir şeyler verebilir miyim acaba?   Yaratıcının ‘Bakın ben size bunları verebilirim’ dayatmasına sinir olurum çoğunlukla. Ne haddime ayrıca. Bana ve yakın çevreme saldırılmadığı sürece yerimden fazla kımıldamam. Sadece gözlemlerim ve nedenlerini kendimce çözmeye çalışırım.  Canım isterse de paylaşırım, yazarım, oyunlaştırırım. Fakat tümünü kendim için yapmaktayım.  İnsanlar yarattıklarımda kendileri görür ve benimle bu tecrübesini paylaşırsa, evet tabi ki mutlu oluyorum.  Fakat olmasa da olur, çünkü öyle bir zorunluluğu yoktur.

Bana burada çoğu sefer, ‘ Yazdıklarını, söylediklerini buradaki insanlar anlamaz’ derler. Hâlbuki kendisini birkaç sınıf tepelere yerleştirirken, aynı zamanda kendisinin algılamadığını ve bunu topluma yaydığının farkında değildir o an.

Ben kimsenin kurtarıcısı değilim. Kahraman değilim. Yürüyorum bir yerlere.  Yollarımız kesişir ve beraber yürümeyi başarırsak ne güzel.  Yollarımız ayrışırsa, o da güzel.  Yeter ki, dev tarafından ezilmeden yürümeyi başaralım.  Buyurun size gerçek sanat.

Türkiye’nin ataerkil yapısı sizce değişebilecek mi?

Ben ataerkil bir toplum göremiyorum Türkiye’nin özünde.  Duygusal baskı ve korku inşa etmiş annelerin çocuklarının yansımaları olarak gördüğümden anaerkil bir toplumda yaşıyoruz gibi. Fiziken, baba dayağından korkan ve kaçan ve bunu başaran bireyler görüyorum, fakat annenin yoğunlaştığı duygusal prangalarından nerdeyse kimse kurtulamamış. Bundan kaynaklı da özgüveni ve özsaygısı düşük, yaşı ilerlemiş, fakat sevgiye ve ilgiye doyumsuz kalmış milyarlarca çocukla yaşıyoruz.  Biraz olsa bile içi boş ilgiyi kapabilmek için, bir yarış başlamış sanki. Akrobatlar gibi 1000 tane takla atma tekniği geliştirilmiş, sokakta, iş yerlerinde, evde, sosyal medyada. ‘’Ben de varım!’’ diye çığlık atan, özünde olağanüstü hüzünlü ve kızgın çocuklar görüyorum her yerde. Bu çocuklara doyumsuzlukların sebebini keşfetme imkânı verilmemiş, problemleri ile başa çıkmanın tek yolu şiddet diye öğretilmiş sanki çoğuna. Eğitimsiz erkekler fiziki, kadınlar ise duygusal şiddete her gün başvurmakta. Kısır döngü.  Evlerin içine girin ve cesaretiniz varsa, özde gücün kimde olduğuna bakın. Eğitimsiz, farkındalığı düşük kadın, kurban psikolojisinden çıkmadığı, erkeğinde ‘gücün’ kendisinde olmadığını kabul etmediği sürece, birbirimizi aldatmaya devam edecek ve samimiyetsiz ve sevgisiz toplumun içinde bir gün, adım adım ilerleyen çöküşümüzün sonunu yaşayacağız.

Keşke bu sıkışıklığın içinde, sanatsal ifadesini kullanabilse bireyler. Fakat bunun içinde seçtiği dalın eğitimini ilk önce alması gerekir. Eğitime değer vermediğinden ve sanat da henüz ‘para’ etmediğinden, getirmediğinden toplum bu çıkış kapısını tercih etmemekte ve etmeyecektir.

Bu ülkede yaşayan ötekileri önümüzdeki yıllarda sizce neler bekliyor? Türkiye’de eşcinsel evlilikler sizce yasallaşacak mı?

Aşk ve sevgi konusunda herhangi bir yaşam tarzının yasallaşması şart mı sizce? Seneler içerisinde, evlilik denilen kurumun sorumluluklarını taşıyabilecek, bir birine güvenen ve huzurlu ilişkisi olan tanıdıklarımın arasında tek bir çiftin ilişkisine şahidim.  Eğer,  ‘Bizim de hakkımız var’ demek, hak ve hukuksa konu; daha da tehlikeli. Çünkü sevginin hakkı hukuku olmaz bence.

Ülkemizin bulunduğu noktada ve gidişatındaki verilen ve uygulanan kararlarda ‘insanı’ görmekte zorlanıyorum.  İnsanın doğasına aykırı bu sistem ve kuralların içinde inanın boğulmamak için herkes çaba gösteriyor. Sistemi kanıksamış olan da, mutsuz. Nereden mi anlaşılıyor? Anlının tam ortasına bakın. Kalın bir çizgi göreceksiniz.  Ben hala ‘öteki’ kim? Çözebilmiş değilim.

Kendiniz ile ilgili önümüzdeki yıllardaki planlarınız, hedefleriniz nelerdir?

Şimdi sobelendim işte J Plan ve hedefimin olmadığı bir dönemdeyim.  Hayallerim var şu an. İzninizle, bırakın şimdilik onlarla baş başa kalayım.

Bize zaman ayırdığınız için ve bu keyifli röportaj için çok teşekkürler.

Düşüncelerimi merak etmeniz beni sevindirdi. Teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.

4. SAYI
HOMOJENOkumak İçin Tıklayın!İndirmek İçin Tıklayın!