horizonmersin yazdı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Oğlancılık! Gönlüm ecdadımda kaldı!

Merhaba değerli okurlarımız! Bu sayıdan itibaren iki bölümlük bir seri biçiminde sunacağımız tarihi bir yolculuğa çıkıyoruz sizlerle; Osmanlıda oğlancılık. Bu kapsamda, öncelikle genel bilgiler verdikten sonra, belli karakterlere ve dönemlere ilişkin klasikleşmiş profilleri aktaracağım.

Osmanlı İmparatorluğu’nda eşcinsellik, dönem şartlarına göre diğer bir ifadeyle oğlancılık, dönemin eşcinsellerinin bir yaşam biçimidir. Eski adlandırmada “lûtîlik” olarak da adlandırılır. Pasif eşcinsel erkekler “lûtî” olarak tanımlanmış, bireyler arasındaki ilişki ise, Farsça bir terim olan “gulâmperestlik” olarak adlandırılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda seks işçisi eşcinsellere “hîz oğlanı” denilir ve “hîz”ler devlet tarafından kayıt altına alınırdı. Hayatını bu işten kazanan erkekler, “defter-i hîzán” adlı kütüğe yazılırlardı. Osmanlı’da oğlancılığın başlangıcına ilişkin farklı görüşler karşımıza çıkar. Orhan Gazi döneminde başladığını öne sürenlere karşı olarak, I. Bayezid dönemini ileri sürenler de vardır. Bizans İmparatorluğu’nun, Osmanlılara esir düşen Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas, Osmanlı’da eşcinsel ilişkinin çok yaygın olduğunu, özellikle Hristiyan esirlere yönelik tacizlerin yaygın olduğunu söylemiştir. Osmanlı’da oğlancılığın I. Bayezid döneminde başladığını ileri sürenler, Bayezid’in karılarından Sırp asıllı Olivera Despina’yı suçlar. Buna dayanak olarak, kocası için bulduğu Hıristiyan oğlanlar gösterilir. Çünkü, eşcinselliğin Osmanlı’da kurumsallaşması ve saraydaki “iç oğlanları” örgütlenmesinin çekirdeğini bu oğlanlar oluşturmuştur.

Osmanlı’da askerlik yaşı gelen eşcinsellerden cinsel yönelimine dair gerekçe ispatlaması istenmiyor, askerlik yapmaları için eşcinsellik bir engel olarak görülmüyordu. Osmanlı ordusunda eşcinseller Yeniçerilere hizmet eden “civelek” olarak tanımlanmış, savaşlarda ihtiyacı karşılamak üzere civelekler taburu oluşturulmuştu. Civelek taburunda yer alan askerlerin her birini bir yeniçeri sahiplenmiştir.

Osmanlı’nın hüküm sürdüğü dönemde, bir zevk aracı olarak oğlan sahibi olmak, toplumda üst düzey mevki sahibi olmanın bir göstergesiydi. Harem, sadece çocuk sahibi olmanın bir yolu olarak görülürdü. Günümüzde sapıklık olarak addedilen bu davranış biçimi, o günkü değer yargılarına göre gayet normaldi. Ki bu durum, antik dönem Yunan uygarlığında da olağan bir kültürel tutumdu.

Dönemin karakteristiğini yansıtan tipik belgelere baktığımızda, kronolojik olarak en eski olanı, II. Murad’ın emriyle Farsça aslından çevrilmiş olan Kabusname’dir. Kabusname, 11. yüzyılda yaşamış olan Kuhistan Sultanı Kabus’un, oğluna yazdığı bir nasihat kitabı olup, idari, sosyal ve cinsel öğütler içerir. Bu kitapta yer alan ve yaygın olarak bilinen bir bölümde şöyle bir ifade yer alır: “…ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki, oğlan teni sıcaktır; yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır. Ve avret teni soğuktur; kışın iki soğuk bir yere gelirse teni kurutur vesselam.”

Fatih Sultan Mehmed’in bazı gazelleri de eşcinsel arzulara işaret eden içeriktedir. Fatih, Avni mahlasıyla yazdığı gazellerinin birinde Veyis adlı güzel bir oğlanı övmüş; gazelin sonunda ise, “Ey Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı kaçırma, zira Veyis bin cana bedeldir” diye yazmıştır. Ayrıca, bir başka gazelinde, Galata’da bir kilisenin papazına methiyeler yazdığı ileri sürülmektedir.

Yazılı kaynaklara bir başka örnek, Gamları Defeden Kitap olarak bilinen, “Kitab-ı Dafi’ül Gumum” ve “Rafi’ül Humum” adlı eserdir. Kitabın yazarı, Mehmet adlı bir medreseli olup, Gazali mahlasıyla yazar ve Deli Birader olarak tanınırmış. Deli Birader, 1466’da Bursa’da doğmuş; medrese eğitimini tamamladıktan sonra Bursa’da Bayezid Paşa Medresesi’nde müderrislik yaparken Manisa Sancağı’nda bulunan Şehzade Korkut’un (II. Bayezid’in oğlu) edebiyat çevresine girmişti. Kitabı Piyale Ağa adlı birinin isteği üzerine yazan ancak Şehzade Korkut’un eseri beğenmemesi üzerine gözden düştüğü ileri sürülen Deli Birader, 1512’de Korkut’un tahtı ele geçiren kardeşi (Yavuz) Sultan Selim tarafından öldürmesinden sonra, Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi’nde şeyhlik etmiş; sonra Sivrihisar, Akşehir ve Amasya’da medrese hocalığı yapmıştı. İstanbul’a gelip Beşiktaş’ta bir hamam açan Deli Birader, hamamda delikanlılarla yaptığı alemler İstanbul halkının diline düşünce, çareyi uzaklara kaçmakta bulmuştur. Sığındığı yer Mekke idi. Deli Birader, 1535’te burada vefat etmiş ve bir din adamı olduğu için cenaze namazı Kabe’de kılınarak Kabe yakınlarına defnedilmişti.

Deli Birader’in meşhur kitabının ilk bölümü nikâhın meziyetlerine ve sevişmenin faydalarına; ikinci bölüm “kulampara/gulamperest” kardeşlerin ve zampara biraderlerin arasında geçen tartışmalara; üçüncü bölüm servi boylu yalın yüzlü ve lale yanaklı oğlanlarla sohbetin zevklerine; dördüncü bölüm gümüş tenli kadınlar ve yasemin göğüslü kızlarla oynaşmanın hazlarına; beşinci bölüm, rüyalarda yaşanan bazı hallere ve hayvanlarla ilişkilere; altıncı bölüm oğlanların (pasif eşcinsellerin) ve ne idüğü belirsizlerin durumlarına; yedinci bölüm ise pezevenkler ve boynuzlulara dair hikâyeleri anlatmaktaydı.

  1. yüzyıldaki “suhte ayaklanmaları” ise, dönemin sosyo-ekonomik ve cinsel profilini yansıtan bariz belge niteliğindedir. O dönemde Osmanlı’da din adamı olmak üzere medreselerde okuyan ergenlik çağındaki öğrencilere “suhte” (softa) deniliyordu. Medrese eğitimini başarıyla tamamlayanlar devlette kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlardı. Medreselerde öğrenciler yatılı okuyorlar, imarethane denilen öğrenci yurtlarındaki 3-5 kişilik hücrelerde yaşıyorlardı. Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu dışa kapalı ve dar hücrelerde geçirmek zorunda kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da çarşı-pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına kapalıydı. Gizli çalışan, yakalandıkça da şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti. Dolayısıyla kendi cinslerine yönelip, oğlanlarla düşüp kalkmaktaydılar. Yalnız bunlar değil, “levent” denilen, köyden kente gelmiş, işsiz ve “bekâr odalarında” kalan ergen kitleler de, bunu huy edinmişlerdi. Buna ek olarak, birer meyhane gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri de, bu gibi yerlere doluşan ergen müşterileri için “taze oğlanlar” bulundurmaktaydı.

Suhtelerin sadece cinsel sorunları değil, mezun olduktan sonraki işsizlik gibi başka sorunları da vardı. İkisi birleşince, ortaya gerçekten vahim bir tablo çıkmıştı. Ümitsiz ve öfkeli suhteler 100-150’şer kişilik bölükler halinde çevre yerleşimlerdeki halkı rahatsız edip haraç toplamaya başladılar. Anadolu’da Tarsus’tan başlayarak, Sivas’tan ve Erzincan’dan Giresun’un doğusuna çekilen bir hattın batısında kalan bölgelerde yoğun suhte ayaklanmaları görüldü. Suhteler Selanik, Üsküp, Gümülcine gibi Balkan şehirlerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada önce zenginlerin evlerini, sonra sıradan insanların evlerini bastılar, yakışıklı çocuklarını kaçırdılar. Kaçırma olayına “oğlan çekme” deniyordu. Bazı yerlerde hocaları da öğrencilere yardım ediyordu. Kanuni döneminin (1520-1566) son yıllarında tırmanışa geçen suhte ayaklanmaları, oğlu II. Selim döneminde (1566-1574) zirveye çıktı. Etrafı yağmalayan suhteler, güvenlik güçleri takip edince dağlara kaçıp saklanıyor, bahar geldiğinde tekrar şehir ve kasabaları yağmalıyorlardı. Ayaklanmaları bastırmak için “il eri” denilen özel kuvvetler kuruldu. Ancak suhteler bunlara, hatta Yeniçeri ocaklarına bile baskınlar düzenlediler. Suhte sorunu, yüzyılın sonlarında hafifledi ancak, yerini işsiz askerlerin de katılmasıyla birlikte 1610’a kadar sürecek olan Celali İsyanları aldı.

  1. Selim, III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin tarihçisi, divan katibi ve valisi Gelibolulu Mustafa Ali, dönemin eşcinselliğe bakışını en güzel özetleyen eserlerden biri olan Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis’i (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) kaleme almıştı. Bu kitapta, oğlancılık, toplumun bir gerçeği olarak bir yandan kabulleniliyor, bir yandan da kötüleniyordu.Gelibolulu Mustafa Ali, Mevâid’in çeşitli bölümlerinde Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa bilgiler veriyordu: “Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez,” ; “Edirne, Bursa ve İstanbul’un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir” , “Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olur. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerler”“Uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler” , “Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür”. “Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış.”

Hanedan’da geri dönecek olursak, IV. Murat ve talihsiz şehzade Genç Osman örnekleri trajiktir. IV. Murat, İran Seferi sırasında Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a getirmiş, adını Yusuf yapıp musahipliğine atamıştır. Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün Emirgân dediğimiz semtteki “Feridun Bahçesi”dir. Padişahın, bu bahçedeki konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin ünlü eşcinselleriyle sabaha kadar oturak alemleri düzenlediği rivayet edilmiştir. Aynı padişah, bir yandan da, halkın ahlak bekçiliğini yapmış ve bazı kaynaklara göre 14 bin, bazılarına göre 20 bin kişi, kahvehanelere gittiği, tütün, afyon veya içki içtiği gerekçesiyle katledilmişti.

  1. Ahmet’in oğlu Genç Osman’ın, kendisini tahttan indiren Yeniçeriler tarafından öldürülmeden (1622) önce ırzına geçildiği de, her fırsatta yere göğe sığdırılamayan ecdadımızın acı vakalarından biridir. Ancak, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin bu sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan kurulun üyesi Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha edildiği için, yakın tarihe kadar bunu öğrenebilmek mümkün olmamıştır.

 

Aslında, Osmanlı dönemi eşcinsel metinlerinin en ünlüleri “Enderunlu Fazıl” olarak da bilinen Fazıl Bey’e aittir. 1759-1810 yılları arasında yaşamış, eşcinsel olmakla gurur duymuş ve kadınları hep küçümsemiş olan Osmanlı şairi Fazıl Bey şöyle demiştir; “Şairiz şeyn verir şanımıza, giremez fahişe divanımıza”.

Hayatı, filmlere konu olacak kadar maceralı geçen Fazıl Bey’in 5 kitabı günümüze dek ulaşmıştır. Bunlar Defter-i Aşk, Hübanname, Zenanname, Çenginame ve Divan’dır. Eşcinsel aşklarını kaleme aldığı Defter-i Aşk, güzel erkekleri milletlerine göre ayırdığı Hübanname ve kendisini kadınlarla birlikte olmakla tehdit eden eşcinsel sevgilisinin zorlamasıyla yazdığı ve kadınları milletlerine göre cinsellik yönüyle değerlendirdiği Zenanname, en ünlü eserleridir. Fazıl Bey’e göre Anadolu ve Türk kadınlarının cinsel cazibesi zayıftır. Fazıl Bey’in en sevdiği erkekler ise Rum civanlarıdır. Şöyle demiştir Rum oğlanları için: “Yosma yürüyüşlü, şuh edalıdır hepsi. Ermeniler’in yumuşaklığına, Yahudiler’in miskinliğine onlarda rastlanmaz. Galata meyhanelerindeki çocuklar, en iyi insanı bile yolundan çıkartırlar. Saçlarının kıvrımları yanaklarına düştüğünde, aylar günleri şaşırır. Hele kendisini bir sana teslim etti mi, şehvet içerisinde can verirsin.”

Görüldüğü gibi padişahlarıyla, esnafıyla, askeriyle, şairiyle ve aydınıyla Osmanlı, erkek eşcinselliğini barındıran bir toplumsal yapıya sahipti. Antik Yunan medeniyetinde olduğu gibi kadının toplumsal hayattan dışlanması, evinde oturmaya, örtünmeye zorlanması ve yalnızca zevk almaya ve üremeye yönelik bir araç olarak görülmesinin, bu yapının doğmasına katkı yaptığı da ileri sürülebilir doğal olarak. Vurgulanması gereken nokta ise, yaygın eşcinselliğin, Tanzimat Dönemi’nden itibaren Modernizmin benimsenmesi ve Avrupa’yla iletişimin artmasıyla birlikte düşüşe geçmiş olmasıdır. Tanzimat dönemi öncesi erotik metinlerde, kadının hor görüldüğü ve aşağılandığı açıktır. Osmanlı tarihçilerinden Cevdet Paşa’nın İkinci Abdülhamid’e yazdığı bir rapor bunu belgeler. “Kadın düşkünleri çoğalıp erkek sevgililer azaldı. Lut kavmi sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılara karşı hissedilen ve geçerli olan aşk ve alaka, tabii şekli üzere kızlara döndü”.

Sonuç olarak, yukarıda sözü geçen tarihsel karakterleri araştırıp okumanın gerekliliği ortada. Tarihsel gerçeklerimizin, günümüzün siyasi ihtiraslarına ve hamasi felaketlerine değil, gelecekteki kardeşlik ve özgürlük dolu günlerimize ışık tutması ümidiyle…

Kaynakça:

Ayşe Hür, Elinde Tesbih, Evinde Oğlan, Dudağında Dua, www.radikal.com.tr, 10.11.2013

Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Cemiyetinde Gayri Tabi Aşklar Yahud Homoseksüellik, www.beyaztarih.com, 06.11.2015.

Murat Bardakçı, Osmanlı’da Seks, İnkılap Yayınevi, 2005.

Ozan Örmeci, Osmanlı’da Seks, www.ydemokrat.blogspot.com.tr, 22.07.2010

Uğur Görgülü, Osmanlı’da Eşcinsellik, www.muhendisguncesi.com, 16.12.2014

Vikipedi, Osmanlı’da Eşcinsellik, 2015.

4. SAYI
HOMOJENOkumak İçin Tıklayın!İndirmek İçin Tıklayın!