Öteki filmler serüvenimizin 2. Bölümünde 60’lardan bir korku klasiği ile eşcinsel kültü; 70’lerden avangard bir eşcinsel kültü ile deneysel bir sinema belgeseli var.
Hazırlayan: Futurelavirs
1960’LAR:
Les Yeux Sans Visage (1960)
Fransa korku sinemasının altın çağını yaşadığı 50’lerin sonundan iddialı bir korku klasiği. Filmin gerek konu gerekse görüntü anlamında Hollywood sinemasında tonla taklidinin yapıldığını başta eklemekte fayda var.
Mistik korku filmleri ile Fransa’nın en önemli isimlerinden olan Georges Franju filmde hayli sapkınca bir ruh hali olan doktor üzerinden gidiyor.
Estetik ve doku nakilleri konusunda uzman olan doktor Genessier, karısını trafik kazasında kaybeder. Bu acıyla yüzleşmeye çalışırken kızının da ölüm haberini alır. Ancak kızı ölmemiş, trafik kazasında yüzünü tamamen kaybederek hayatta kalmayı başarmıştır. Kızına yeni yüz bulmak için yola çıkan doktor, uygun yüz için önüne çıkan kızları kaçırır ve öldürmeye başlar.
50 ve 60‘larda bilhassa kısa filmleriyle tanınmış Georges Franju‘nun uzun metrajlı dünya klasiklerindendir. Kendi dinamiği içinde genel olarak içe kapanık seyir izleyen Fransız korku sinemasının dünyaya açılabilmiş sayılı örneklerindendir. Siyah beyaz sinemanın da en güzel örneklerinden biridir.
Flesh (1968)
Andy Warhol’un dönem dönem sevgilisi olduğu da iddia edilen ancak zaman içinde bu iddianın gerçek olduğu şeklinde görüntüleri de ortaya çıkan bir Joe Dallesandro hikayesi. New York’un en alt katmanlarında erkek bir fahişe ve çevresinde yer alan transseksüel ve travesti oyuncuların konuya dahil edildiği film, tam anlamıyla bir kırılma noktası ve eşcinsel kültüdür.
Fabrikada plastik sanatlardan sıkılan Warhol ufak bütçe ayırıp yine cimriliğini konuşturmuş olsa da Paul Morrissey yönetmen koltuğunda yer alan isim olarak gayet bonkör davranmış denebilir. Günümüzdeki filmlerde bile yer almayan eşcinsel cüretkarlığa sahip film, öteki yaşamı farkındalık olarak sunması yerine olağanlık şeklinde sunması ile oldukça dikkat çekicidir.
Geraldine Smith filmin kadın starı. Yanında fabrikanın trans ve travesti yıldızları Jackie Curtis ve Candy Darling de var. Filmin konusuna gelince istem dışı hamile kalan bir kadına kürtaj parası bulmak için dolandırıcılıktan erkek fahişeliğe kadar türlü işlere bulaşan Joe’nin enteresan hayatı işleniyor.
Filmin; Türkiye’de sinemanın bağımsız olduğu yıllarda üçlemenin diğer iki filmi Trash be Heat ile birlikte İstanbul Film Festivali’nde gösterildiğini de ekleyeyim.
1970’LER:
Vampyros Lesbos (1971)
Tam bir İstanbul aşığı olan ve İstanbul’da eşcinsel içerikli ve korku türünden pek çok film çeken İspanyol yönetmen Jesus Franco’nun uzun süre Kült olup olmadığı tartışılan korku filmi.
Yönetmenin hard core sinema dili ve seks filmlerine olan eğilimi uzun süre bu filmin görmezden gelinmesini sağlamış; tamamı İstanbul’da geçen filmin eşcinsel sinema kültü olduğu çok sonraları kabul edilmiştir. Ölümü üzerinden henüz bir kaç yıl geçen yönetmen hayatta iken filmlerinin kült olarak anılmasından mutlu olduğunu dile getirmiş, ancak bazı çevrelerce yönetmenin filmlerinin beş para etmediği iddia edilmiştir.
Türk izleyicisine neredeyse 40 yıl sonra ulaşan ve İstanbul Film Festivali’nde gösterilen film, öncelikle İstanbul teması nedeniyle izlenmesi gereken bir filmdir. Adalar, Taksim ve Sultanahmet manzarası ile dolu olan film seks ve şehvet konularını eşcinsellik odağında işler.
70’ler Türk Sineması ne çekeceğini şaşırmışken, yönetmenin İspanya’dan gelip İstanbul’da eşcinsel korku filmi çekmesi dahiyanedir. Filmlerinde eşcinsellik, lezbiyenlik, pornografi ve korku unsurlarına yer veren Franco, bu filmde de yer yer pornografik eşcinselliğe yaklaşmış durumdadır. Seks ve arzu fetişi oyuncusu Soledad Miranda’dan bu filmde de vazgeçmeyen yönetmen; uzun uzun devam eden striptiz sahnelerinde psychedelic rock figürleri kullanmıştır. Film bu anlamda müzikleri bakımında da muhteşemdir.
Avangard sinemanın en ilginç örneklerinden biri olan Lezbiyen Vampirler, kesinlikle izlenilmesi gereken evrensel bir İstanbul filmidir.
Grey Gardens (1975)
Sinema tarihinin en atipik, en dramatik en öteki biyografik belgesellerinden biridir. Öncelikle belgesel türüne meraklı olan her izleyicinin görmesi gereken dehşet verici bir ana-kız hikayesidir.
Ellen Hovde ve Albert Maysles‘in deneysel kült belgeseli olarak adı geçmektedir.
Film eşcinsel unsur taşımadığı halde, en sevilen eşcinsel kültlerden biri olarak da kabul edilir. Bunun içini doldurmaya çalışan sinema eleştirmenleri konuyu yalnız ölmek ve dramatik hikaye örgüsü ile anlatmaya çalışmış olsalar da eşcinseller bu fikre karşı çıkmıştır. Yönetmenler; o dönem oldukça popüler olan hippie ve eşcinsel bağımsız sinema yapan yönetmenler tarafından da eleştiri yağmuruna tutulmuştur.
Film kurgu ya da senaryo içermeyen bir inziva hikayesidir. Toplumdan kaçarak yalnız yaşama yolunu seçen Edith Bouvier Beale isimli sosyetik anne ile kızının lüks yaşamdan çöküşe doğru sürüklenen hayatını anlatan belgesel film, Cannes Film Festivali’nde ilgi görmemiştir. Filmin eşcinseller tarafından sahiplenilmesi üzerine, ABD; filmi bu kez kültürel miras listesine eklemiştir. Edith Bouvier Beale filmin çekiminden 2 yıl sonra yoksulluk içinde hayata veda etmiştir.
İkilinin yaşadığı ve zamanla çöplüğe dönüşen saray yarısı ev 28 odalı, kedi, rakun muhtelif hayvanlarla dolup taşmaktadır. Anne ve kız film boyunca yaşantı ve hayallerinden bahsederken; kızı kafasından çıkarmadığı türban benzeri örtüyle sık sık şarkıcılık hayalinden bahseder durur.
Film, gerçeklik sineması anlamında derinden etkileyen belgesellerden biridir.
6. SAYI