Eşcinsellik her alanda ve her dönemde olduğu gibi sinemada da her zaman bir tabu oldu. Sinema dünyasının merkezi olan Hollywood’a baktığımızda aslında sinemanın doğuşundan beri eşcinselliğe her dönem yer vermiş olduğunu görüyoruz. Ancak ne yazık ki 2000li yıllara kadar çoğunlukla kabul görmeyen bu konu Capote (2005) ve Brokeback Mountain (2005) filmlerinin başarısının ardından bir dönüm noktası yaşamış ve Hollywood stüdyoları eşcinsel temalı projeler üretmeye başlamıştır.
Capote filmi ile Philip Seymor Hoffman en iyi erkek oyuncu Oscar’ını alırken Brokeback Mountain 78. Oscar Ödülleri’nde başta en iyi yönetmen olmak üzere toplam üç dalda Oscar almış, beş dalda da Oscar’a aday olmuştur. Bunun dışında yine Venedik Film Festivali dahil olmak üzere onlarca festivalden ödüllerle dönerek tüm dünyada ses getirmeyi başarmıştır. Bu filmin en önemli yanı o zamana kadar yapılan filmlerde eşcinseller çoğunlukla kadın kıyafetleri giyinen ve makyaj yapan, feminen karakterler olmasına rağmen Brokeback Mountain bu özellikleri taşımayan iki karakterin yaşadığı çarpıcı aşkı konu almıştır. Eşcinsel olmanın her zaman kadınsı olmayı gerektirmediğini gösteren bir başyapıta imza atmıştır Ang Lee. Uzun bir aranın ardından 89. akademi ödüllerini eşcinsel temalı bir film olan “Moonlight” sekiz dalda oscara aday olarak ve en iyi film ödülünü kazanarak yine önemli bir başarıya imza atmıştır.
Daha önceki yıllara baktığımızda Benim Güzel Çamaşırhanem (My Beautiful Laundrette) (1985) ile Hanif Kureishi en iyi senaryo Oscar’ına aday olmuş, Philadelpia (1993) ile Tom Hanks en iyi erkek oyuncu Oscar’ını almış, Ağlatan Oyun (The Crying Game) (1992) en iyi özgün senaryo Oscar’ını almış, Priscilla, Queen of The Desert (1994) en iyi kostüm dalında Oscar’ı evine götürmüştü. 90’lara damgasını vuran Gods and Monsters ve Boys Don’t Cry filmleri de yine Oscar’a layık görülen yapıtlar olarak LGBTİ sinema tarihinde yerini almıştır.
Peki, daha eskiye gittiğimizde durum nasıldı. Şöyle bir göz atmak gerekirse Hollywood sineması gayleri daima gülünecek, acınacak hatta korkulacak karakterler olarak yansıtmıştı. 30’lar ve 40’larda gay karakterler genellikle erkek başrol oyuncusunun efemine arkadaşı olarak karşımıza çıkıyor. 50’lerden 70’lere kadar olan dönemde ise duygusal açıdan çökmüş, intihar eğiliminde olan karakterlere dönmüştür. Bu dönem filmleri ile hem toplumun eşcinsel bireylere nasıl baktığını yönlendirmiş, hem de eşcinsel bireylerin kendileri hakkında ne düşünmeleri gerektiğini söyleyen bir meşruluk bırakmıştır. Yine de aradan sıyrılmayı başaran filmler de olmuştur. Victim (1961), Making Love (1982) ve And The Band Played (1993) bunlardan bazılarıdır. Ama büyük resme bakıldığında eşcinsel temalı filmler ıstırap doluydu. Bir Al Pacino filmi olan Crusing (1981) ve The Killing of Sister George (1964) eşcinsel bireylerin kendilerini zavallı hissetmeleriyle dolu hikâyeler anlatıyordu.
LGBTİ sinemasındaki gerçek ilerleme 80’lerde bağımsız sinemanın yükselişiyle olmuştur. Artık gay ve lezbiyen karakterler daha görünür hâlde olmanın gururunu yaşarlar. Parting Glances (1986) ve Poison (1991) filmlerinin ardından Tom Hanks’ın rol aldığı Philadelphia (1993) filmi ile gay karakterler meşrulaşmış oldu. Yine o dönemin en önemli filmlerinden biri olan ve Robin Williams’ın başrolünü oynadığı The Bird Cage (1996) oldukça geniş bir izleyiciye ulaştı. Hatırlatmak gerekir ki bu filmin orijinali 1978 yılında Fransa’da La Cage aux Folles ismiyle çekildi. Orijinal versiyonunu izlemeyenlere izlemeleri tavsiye edilir. Hollywood versiyonundan çok daha iyi olduğunu söyleyebilirim.
Dünya sinemasında eşcinsel temalı filmler anlat anlat bitmez. Çok sayıda film yönetmen ve oyuncudan bahsetmek gerekir. Al Pacino, Russel Crowe, Antonio Banderas, Sean Penn gibi çok önemli oyuncuların rol aldığı, Gus Van Sant ve Glen Ficarra gibi önemli yönetmenlerin çektiği yüzlerce film var. Bunlara ilerleyen zamanlarda daha detaylı konuşacağız tabi ki.
Türkiye’de eşcinsel sinema tarihine baktığımızda karşımıza çıkan ilk eşcinsel temalı film 1962 yılında Aydın Arakon’un çektiği ve senaryosunu Atilla İlhan’ın yazdığı “Ver Elini İstanbul” filmidir. Bu arada Atilla İlhan’ın eşcinsel temalı “Fena Halde Leman” ve “Yanlış Kadınlar, Yanlış Erkekler” adlı kitaplarını da hatırlatmakta fayda var. “Ver Elini İstanbul” doğrudan eşcinsel temalı bir film olmasa da filmde iki kadının öpüşme sahnesinin yer almasıyla bir ilk film olma özelliğine sahiptir. Yine aynı şekilde Atıf Yılmaz 1963 yılında çektiği “İki Gemi Yanyana” filminde iki kadın karakteri öpüştürmüş ancak hikâye bu masum öpücükten öteye gitmemiştir. Dönemin en önemli filmi ise Halit Refiğ’in kamera arkasında olduğu “Haremde Dört Kadın” (1965) filmidir. Bu film de diğerleri kadar olmasa da eşcinselliği üstünkörü işlemiş filmlerden biridir.
70’li yıllarda Türk sinemasında eşcinsellik alaycılık unsuru olarak kullanılmıştır. Özellikle seks filmlerinin patlama yaptığı bu dönemde kadın ve erkek eşcinselliği alay konusu edilmiş ve erkek eşcinseller makyaj yapan ve kadın kıyafetleri giyinen karakterler olarak gösterilmiştir. Sinemasal anlamda tarihimize pek fazla bir şey katmamıştır. 1980 yılında Osman F. Seden’in yönetmen koltuğunda oturduğu ve Bülent Ersoy’un kadın mı, yoksa erkek mi olsam bunalımı yaşadığı filmi “Beddua” ise adından da anlaşılacağı gibi toplumun gözünde durumun vahametini arttırmıştır. 80’li yılların sonuna kadar bu alaycılık hâli devam etmiştir. 1989 yılında Eser Zorlu’nun çektiği ve Kadir İnanır’ın başrolünde olduğu “Acılar Paylaşılmaz” filmi ise gerçek anlamda eşcinsellik konusuna değinen ama hem oyunculuk hem de hikayenin gerçeğe yakınlığı açısından oldukça başarısızdır. Babasız büyüyen bir çocuğun yıllar sonra babasıyla yaşamaya başlamasını konu alan filmde çocuğun eşcinselliğinin bu duruma bağlanması gerçekten içler acısı bir durumdur.
Nihayet 90’lı yıllara gelindiğinde durum biraz değişmeye başlamıştır. Atıf Yılmaz’ın 1993 yılında çektiği “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar” filmi eşcinselliğin alay konusu olmasından çıkarılıp gerçek anlamda işlendiği bir film olarak kayıtlara geçmiştir. Ferzan Özpetek’in “Hamam” (1997) filmi ve tabi ki Kutluğ Ataman’ın “Lola ve Bilidikid” (1998) filmleri Türk sinema tarihinin bana göre en önemli filmleri olarak yerini almıştır. “Lola ve Bilidikid” eşcinselliğe başka bir temanın içinde geçerken uğramadan, gerçek anlamda eşcinselliği konu almıştır.
2000’li yıllarda ise eşcinsel temalı filmler yapılmaya devam edilmiştir. Bu dönemde ise öne çıkan filmlerden bazıları 2009 yılında Mahsun Kırmızıgül’ün çektiği “Güneşi Gördüm” ve 2010 yılında Emre Yalgın’ın çektiği “Teslimiyet” filmleridir. Her iki filmin içinde trans bireylere yer verilmiş olmasına rağmen aralarında önemli bir fark vardır. “Güneşi Gördüm” doğudan İstanbul’a göç eden bir ailenin hikayesini anlatır. Aile fertlerinden Kadri’nin değişim süreci ve filmin final sahnesinde ağabeyleri tarafından öldürülmesi toplumun LGBTİ bireylere bakış açısını bir kere daha gözler önüne sermektedir. “Güneşi Gördüm” filminde Kadri’nin hikayesi ana hikayenin bir parçası iken “Teslimiyet” filmi doğrudan trans bireylerin hayata tutunma çabalarını ve karşılaştıkları zorlukları anlatan bir filmdir. Dört trans bireyin oynadığı film (Ayta Sözeri, Buse Kılıçkaya, Didem Soylu ve Seyhan Arman) gerçekliğe yakınlık açısından da oldukça başarılı filmlerden biridir.
Son olarak 2011 yılında Mehmet Binay ve Caner Alper’in yönetmenliğini yaptığı “Zenne” filmi 2008 yılında vurularak öldürülen Ahmet Yıldız’ın hikayesinden yola çıkılarak filme alınmıştır.
Eşcinsel sinema tarihine baktığımızda ve bugün gelinen noktada aslında daha konuşacak ve yapacak çok fazla şeyin olduğunu söylemek mümkün. Tüm bu filmlerle ilgili daha ayrıntılı paylaşımlarımızın olacağını söyledikten sonra bu ilk buluşmamızda sizlere izlemenizi tavsiye edeceğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Altın Küre’de “En İyi Film” dalında aday olan “Pride” (Onur) filmi tam da onur yürüyüşünü yapılacağı hafta vizyona girerek zamanlama konusunda isabetli bir karar vermiştir.
Yönetmenliğini Matthew Warcus’un yaptığı ve başrollerinde Bill Nighy, Imelda Staunton ve Paddy Considine’nin paylaştığı film İngiltere yapımıdır. 1984 yılında geçen filmde maden işçilerinin çalışma şartlarına karşı başlattıkları greve eşcinsel bir grubun destek vermek için katılmasının hikayesi anlatılır. Yarı belgesel, yarı kurmaca tadında olan filmin en önemli özelliği ise bu birbirinden çok uzak olan iki kitlenin ortak bir paydada buluşmasıdır. Filmin sinematografik ya da teknik kısmından çok içeriğinin öneminden bahsetmek bana daha doğru geliyor.
Londra’da Onur Yürüyüşü’ne katılan bir grup eşcinsel aynı zamanda kötü çalışma koşullarından dolayı grevde olan maden işçilerinin olduğunun farkına varırlar. Bunun sebebi trajik bir şekilde gerçekleşen yürüyüşe hiçbir polis saldırısının olmamasıdır. Eşcinsel aktivistlerden biri bunun sebebini “Şehirdeki tüm polisler maden işçilerine saldırmakla meşgul.” şeklinde açıklar. İşte tamda bu noktada tüm ötekileştirilen toplulukların birbirlerine destek vermesi fikri ortaya çıkar. Eşcinsellerin madencilere destek verme kararı ile olaylar gelişmeye başlar. Londra’da topladıkları parayı İrlanda da ki işçilere götürmek için yola çıkan LGBT aktivistleri, maden işçileri tarafından hoş karşılanmazlar. İçlerinden sadece birkaç kişi bu desteği kabul etme taraftarıdır. Her iki grup da kendi içinde çatışmalar yaşamaya başlar. Madenciler ikiye bölünür. Yardımı kabul etmek isteyenler istemeyenleri ikna etme çabasına girerken eşcinsel grupta ise “Bizi istemiyorlar işte, neden zorluyoruz ki?” sesleri yükselir. Ancak her iki grupta da aklıselim insanlar inatçılıklarını sürdürürler ve tarihin en büyük dayanışmalarından biri gerçekleşir. Eşcinsel grup madenciler için en çok parayı toplayan ve grevlerinde onlara en büyük desteği sağlayanlar olmuştur.
Bana göre filmin asıl mesajı da budur. Bir şeyi desteklememiz için bizden olması gerekmez. Söz konusu olan bir haksızlık varsa, bir ötekileştirme, bir ayrımcılık varsa, kim olursak olalım buna karşı durmalıyız. Dinimiz, dilimiz, ırkımız, cinsiyetimiz, cinsel tercihimiz ne olursa olsun haksızlığa karşı bir olup birlikte karşı durabilmek gerekir. Tüm azınlıkların göz ardı ettiği şey bu değil mi zaten? İster sosyal hayatta yaşama hakkı olsun, ister iş hayatında çalışma şartları olsun haklı olduğumuza inandığımız şey, her neyse, onun peşinden gitmek ve arkasında durmaktan korkmamız gerekiyor. Çünkü ancak cesur olursak kazanabiliriz. Peki, “ONUR” filminin sonunda ne mi oluyor? Eşcinseller kendi hayatlarını hiçe sayarak, inatla destek verdikleri madencilerden nasıl bir karşılık görüyor. Her zaman iyilik kazanır mı gerçekten? Bu sorulara bir cevap istiyorsanız filmi izleyin derim. Pişman olmazsınız. İyi seyirler.
Hazırlayan: Yıldırım Şimşek
1. Sayı