Ayı Sözlük yazarlarının çocukluk anıları

Çocukluk. Bazılarımızın doya doya yaşadığı ve özlediği, bazılarımızın hiç yaşamamış saydığı, hissettiği, hatta hiç hissedemediği, hatırlamak dahi istemediği…

Hazırlayan: dark bear

Hayal dünyasının en uç noktalarının keşfedildiği, bazıları için liderlik, krallık, varlık, cesaret dolu anları yaşatırken, bazıları için ise itilmişlik, dışlanmışlık, yok sayılmışlık, yokluk, hiçlik anlamı taşıyor. “ne güzel günlerdi, keşke yine çocuk olsam” cümlesi, kişinin şanslı oluşunun en güzel göstergesi. Tabi günümüzde bu şansı birçok çocuk maalesef ki yakalayamıyor.

Nisan sayısı olması dolayısıyla Ayı Sözlük’te yazılmış olan, yazarların çocukluk anılarından birkaç örnek sunan bir bölüm hazırlamak istedim. Bakalım yazarlar çocukluklarından hangi anılarını bizlerle paylaşmışlar…

Sayfiye yerinden bir bahçe yağmalaması anım vardır. 5 arkadaş şehrin biraz dışındaki bir bahçeye göz dikmiştik. Adama inat gider ne varsa yerdik. Tabi annelerimizde tok karnına geldiğimiz; hatta sonrasında motoru bozduğumuz için bu duruma anlam veremezlerdi. Bahçe sahibinin her zaman kullandığı yol bizim oturduğumuz yere yakındı. Amcayı motor üzerinde uzaklaşırken gördüğümüzde aynen bahçede alırdık soluğu. Kiraz senin, elma, kayısı, dut benim yer dururduk. Hatta bir kaç sefer yakalanmanın eşiğinden bile dönmüştük.

Neyse yine böyle bir gün amcayı uzaklaşırken gördük ve bahçeye daldık. Ben dut ağacının tepesine tırmandım. Diğerleri de şurada var, burada var, şu tarafta çok var diye beni yönlendiriyorlardı. Böyle yönlendirdikleri bir anda bir hışımla ” kaç laaaan geldi ” diye bağırıp topukladı arkadaşlar. Bende ağaç tepesinde mal gibi kaldım. Hemen ardından da bahçenin sahibi adam geldi. İşte o an tarrağa yan bastığım andı. Adam sövüyordu. Dal parçası, ufak tefek taş, toprak atıp duruyordu. Bana da yavaş yavaş aşağıya inmekten başka bir çare kalmamıştı. Ağaçtan inerken o an bir fikir geldi ve “ne kaybederim” deyip uygulamaya karar verdim. Aşağıya iniğimde adama konuşması bozuk, bir spastik çocuk numarası yapmaya başladım. “amca aldık biz, onlar dedi, gittiler amca” gibisinden devrik, cümle etmeyecek düzensiz kelimeler kullanıyordum. Hatta sürekli kafamı rastgele sağa, sola, aşağı, yukarı yavaşça hareket ettiriyor, hafif eğilip kalkıyor ve gözlerimi rasgele oynatıyordum. Neyse adam bağrınırken bir anda sakinledi. Acıdığını belli eder haldeydi, yüzünde görmüştüm. Yani benim spastik olduğuma inanmıştı. İşin iyi tarafı bahçe sahibi vicdanlı çıkmıştı. (Bir de oğlancı olaydı. Sıçmıştım.) Neyse bizim amca ” oğlum yapmayın etmeyin… İsteyin benden… Ben size veririm… Ama bu hırsızlık günah… “gibisinden cümleler kurmaya başladı. Bende bozuk konuşmalarla, rastgele hareketler eşliğinde “amja amjaaa annem var benim. Anneme gidicem ben amja” falan diye saçmaladığımı hatırlıyorum. (Tabi aralarda da bir zamanlar beyaz showdaki psikopat tiplemesi gibi ıııııııııııııııııııı diye anlamsız sesler de çıkarıyordum.) Sonra bizim amca hemen motorundan iki tane boş torba çıkarttı. Torbalara da bahçesindeki elma, kiraz gibi meyveler doldurarak beni yolcu etti. Önce kendisi götüreyim diye ısrar etti ama ben “gidicem ben giderim çocuk değilim ben. Ben pilot olucam” gibisinden 4-5 yaş cümleleri kurdum. Neyse ki ikna oldu yavaştan aldım torbaları ve eve geri döndüm. Diğer çocukların yanına gittiğimde elimde torbalarla geri geldiğimi gördüklerinde mal olmuşlardı.

Neyse aradan bir kaç hafta sonra bizim amca ile pazarda karşılaştık. İşin garibi meğer bizim amca annemin sürekli kiraz aldığı adammış. Ben alı al moru mor kaldım öyle. Ağzımı açamadım. Tanıyacak diye üç buçuk attım. Neyse ki tanımadı ama bunu yaşamak rol kabiliyetimin olduğunu ve kullanabildiğimi gösterdi bana. Her ne kadar utansam da; yaptığımın matah bir şey olduğunu bilsem de; ikna edici bir rol kabiliyetim olduğundan emindim artık.

bodurayi

 Efendim ben çocukken de herkesten akıllı, müthiş zeki bir çocuktum. Arkadaşım arda ise tam bir maldı. İkimizin de en sevdiği çizgi dizi tabi ki thunder catsti. Bu salak arda tandır ketz başlasın diye saati falan ileri alırdı, o kadar salaktı. Ben ise çok farklı bir sebepten, kökenlerimi öğrenmek, tanımak için izliyordum. Çünkü 4 yaşımda kedilerin soyundan geldiğimi, bir gün tüm kedilerin başına geçeceğimi, kaplanları aslanları kulum köpeğim edeceğimi daha 4 yaşında falan anlamıştım.

Öyle özel güçlerim olmadığını biliyordum. Fiziksel olarak kendimi güçlendirmem ve uçmak için bir alet geliştirmem gerekiyordu. Bunları yaptıktan sonra tüm kediler bana biat edecekti ve ben de uyuşturucu tacirlerine ve teröristlere karşı savaşacaktım.

Birinci sınıfın yazında bu işin böyle gitmeyeceğine karar vermiştim. Okumayı öğrenmiştim ve artık okula gitmeme gerek yoktu. Hem de çok sıkılıyordum ve böylece evden kaçmaya karar verdim. Böylece sokakların bilimini öğrenecek ve uçmamı sağlayacak olan aletleri toparlayacaktım.

Öyle ha deyince evden kaçılmaz. Hazırlık yapmalıydım. Fiziğimi güçlendirmeye karar verdim. Küvette nefesimi tutuyor, 3 metre yükseklikteki duvarlardan atlıyor, her gün kendimi biraz daha geliştiriyordum. Artık evden çıkarken kapıdan çıkmıyor, birinci kattaki balkondan atlıyor, geri de oradan tırmanıyordum.

Bir gün sıkıntı canıma tak etti ve o an kaçmam gerektiğini anladım. Hızlıca kapıya yöneldim, sinsice açıp merdivenleri koşar adımlarla inerken paldır küldür düştüm ve ağlama sesimi duyan herkes geldi. Ben de planımı ertelemek zorunda kaldım.

Birkaç gün sonra, akşam üzeri tekrar evden kaçmaya karar verdim. Ama bahçede komşunun geri zekalı kızı elife rastladım. Elif çok korkak bir kızdı. İkinci sınıfı bitirmesine rağmen hayalet avcılarının jeneriğinde ekrana doğru uçan hayaletlerden korkuyordu. Ben de onu korkutmaya bayılıyordum. İşte kah kaç kız çalıların arasında hayalet var, koş kız bahçeye köpek girmiş, dur kız sessiz ol cinler peşimizde derken elifi annesi akşam yemeğine çağırdı.

Yalnız kalınca yine sıkıldım ve planımı hatırladım. Hemen apartmanın bahçe kapısına yöneldim. Evet, işte dışarıdaydım. Ama hava kararıyordu ve korktuğum için az ilerideki bakkala girdim, 2 tane tombi aldım. Parasını sonra vericem dedim. Eve geldim ve tombilerimi yedim.

Sonraki günlerde tek başına kaçmanın çok sıkıcı olacağına karar verdim ve benden iki yaş küçük arkadaşım Tahsin’i de benimle kaçmaya ikna ettim. Bu Tahsin ile bir öğlen çıktık apartmanın bahçesinden, biraz gittik, bu salak korktu ve ben geri dönücem dedi. Sus dedim Tahsin’e, yoksa seni çingenelere satarım. Çığlık çığlığa ağlamaya başladı angut. Zor sakinleştirdim. Mersin‘de, yazın öğle sıcağında sokakları arşınlıyorduk. Tam bir daire çizmiş, keşif gezimizi tamamlamıştık. Bunu isteyerek yapmamıştık. Hep sağa dönerek devam ettiğimiz için yolumuza, arka sokağı dolanıp apartmanın önüne çıkmıştık yine. Çok yorulmuştuk ve dinlenmeye karar verdik. Sonra bu salak Tahsin‘in burnu kanadı. Bu geri zekalının burnu kışın kuruluktan, yazın sıcaktan ha bire kanardı. Burnu kanayınca çığlık çığlığa ağlamaya başladı yine. Anası da duydu bunu, balkona çıkıp eve çağırdı. Ben de kendi evimize gittim çünkü karnım acıkmıştı.

Ertesi gün, topluma yararlı bir birey olmaya karar verdim. Apartmanın dış cephesi toz olmuştu ve benden başka kimse bunu hortumla yıkamayı akıl edemiyordu. Aldım bahçe hortumunu, açtım bahçe musluğunu, başladım duvarları yıkamaya. Zemin katta oturanların balkonlarını da yıkıyor, asılı çamaşırlarını, balkon masalarını, masa örtülerini bir de ben temizliyordum. Sonra sıra camlara geldi. Ben hortumu cama tutunca açık camdan evin içini de temizlemiş oluyordum ki salak karı çıktı bas bas bağırdı bana. Sonra da gelip tokat attı. Ben de ağlaya ağlaya eve gittim anneme anlattım.

Annem de beni suçlu bulunca dünyam yıkılmıştı. Kesin evden kaçacaktım. Sinsice atladım balkondan. Apartmanın bahçesinden çıktım, yolun karşısına geçtim. 2-3 saat dolaştıktan sonra çok susadım. Salaklarla geze geze ben de salaklaşmış, yanıma su almamıştım. Gideyim de bizim apartmanın yanındaki parkın çeşmesinden su içeyim dedim. O kadar yolu geri yürüdüm. Parkta babamı gördüm. Neredesin lan eşşoleşek dedi. Şoka girmiştim, yakalanmıştım.

Seni arıyoruz saatlerdir falan filan bu tarz şeyler söylüyor. Hızlıca bir plan yapmalıydım. Ona duymak istediklerini söyleyecek, sonra da bir zayıf anını yakalayıp koşa koşa uzaklaşacaktım.

Beni kaçırdılar dedim. Ter içinde kalmışsın eşşoleşek dedi. Tam kaçmak için bir an kolluyordum ki, dondurma yemeye gidiyoruz, yürü eve de üstünü başını temizle dedi. Koşa koşa eve gittim.

Ertesi gün kuzenim geldi, sonra falanca geldi, filanca gitti derken okul açıldı, bizim kaçma işi başka bahara kaldı…

max blum

5-6 yaşlarındayken de bir deniz maceram vardır. Yazın sahilde tanıdık ailelerle düzenlenmiş bir plaj aktivitesiydi. Bende suyu seven, derisi Sünger Bob olana kadar sudan çıkmayan bir çocuktum. Tabiki annem bu durumu ve ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir çocuk olduğumu bildiği içinde sürekli diken üstündeydi. (Hatta zavallı ablam benim bu hallerim nedeniyle az buz azar işitmedi.) Ne hikmetse yüzmeyi bilir halde doğmuştum ama önlem olarak kolluk takarlardı. O kolluklar her 5 dakikada bir ailem tarafından takılır ve benim tarafımdan çıkartılırdı. Kıyıda oynamayı reddederdim her zaman. Açılmak isterdim.

Neyse tüm aileler denizin, yaz gününün tadını çıkartıyordu. (Tabi bu durum benim yüzümden bizim aile için pek söz konusu değildi.) Gruptaki erkekler  mangal, tavla alıp, sandala atlayıp biraz açılmayı planlıyorlardı. Kadınlar ise güneşlenip dedikodu yapmayı. (Ama benim canım annem ve ablam benim yüzümden bundan mahrumlardı.) Hal böyleyken bende babamlarla tüm erkekler gibi sandala binmeyi istedim. Annem buna pek sıcak bakmıyordu. Ama babam ben hallederim bir şey olmaz havasındaydı. Öyle böyle derken bende sandal ekibine dahil olmuştum artık. Çünkü yanımızda diğer ailenin ben yaşlarındaki bir oğlu daha vardı. Onun binmesi ama benim binmemem ufak çaplı bir kriz çıkartacağıma delaletti. (Ama o çocuğu hiç sevememiştim. Süt dökmüş kedi gibiydi. Örnek, numunelik, uslu çocuk modunda bir şeydi.) Neyse biz ikisi mayolu çocukla birlikte toplamda 6 erkek olmak üzere sandalla açılmaya başladık. Ben ve diğer çocuk haricindeki erkekler mayolu değil, giyinikti. (Belki de mayoları içlerindeydi ama şort, t-shirt, gömlek vardı üzerlerinde) Tam bilemiyorum ama çok açılmadık. Olsa olsa kıyıdan 25-30 metre falan. Çünkü o mesafeden annemin hareketlerini net bir şekilde görebiliyordum. Kadıncağız ikide birde kayığı gözleyip duruyordu. Hatta annemin ifadesine göre o an diğer kadınlar merak etme, o kadar adamın içinde bir şey olmaz diye anneme söyleyip durmuşlar. (Bu sırada annem ben malımı bilmez miyim diye içinden geçiriyor tabiki.)

Neyse kayık sabitlenmiş, tavla açılmış ve mangalda da mısırlar pişirilmeye başlanmıştı. Plana göre pişen mısırlar iskeleye getirilip kadınlara da ulaştırılacaktı. İskele ile de olsa olsa 10 metre var ya da yoktu aramızda. Babam bu arada tavla oynuyordu. Bende arkasında “aslan babam hadi yen” gibisinden gaz veriyordum. Fakat gaz vermemdeki amaç biraz farklıydı. Bu sırada kollukları yavaş yavaş çıkarıp suya atlayacaktım ve kıyıya yüzecektim. Böylece çocuk aklımla yüzdüğümü ispat edecektim sanırım. Neyse ben gazlama eşliğinde kollukları çıkartıp fark ettirmeden kenara koydum. Ve yine fark edilmeyecek bir anı gözetip sandaldan kendimi yavaşça denize bıraktım. Sandalda keyifler öylesine yerindeydi ki; kimse böyle yaptığımın farkına bile varmamıştı. Kimin aklına gelirdi ki… (Tabi itiraf etmeliyim ki bunu yapabilecek yegane cin fikirli çocukta bendim zamanında.) Neyse ben iskeleye doğru yavaş yavaş yüzmeye başladım. Bu sırada annem tetikte olduğu için bir kaç dakika içinde durumu fark etti ve feryat figan olayı sandaldakilere haber vermeye çalıştı. Tabi bu sırada ben iskeleye varmak üzereydim. Tüm kadınlar ve plaj ahalisi iskelede toplandı ve sandala “çocuk suda” diye bağırmaya başladı. Bunu duyan sandal ahalisi bir anda ayaklanınca da… Beklenen durum gerçekleşti ve sandal alabora oldu. Bende bu sırada iskele kenarındaydım artık. Olay sonrasında annemin telaşla karışık beni azarlayışını ve daha sonrada gevrek gülüşünü hatırlıyorum. Hatta bu sebepten annem bir süre babamı fena diline dolamıştı. Ardından babamdan yediğim temiz bir sopa sayesinde bu olanlar hafızama kazınmış oldu. Tadı hala ruhumda yankılanır.

bodurayi

Yağmur yağmaya başladığında karınca yuvalarının üzerlerini bir şeyler bulup kapatırdım, boğulup ölmesinler diye.

dark bear

3. Sınıftan 4. Sınıfa geçiyordum. Artık büyümüştüm de karta bile kaçıyordum sünnet olmam lazımdı. Yaşıtlarım gibi değildim cesurdum lan ben. Babam “oğlum sünnet olacaksın bu yaz dedi” ortalığı ayağa kaldırmamı bekliyorlarmış ben de sadece “tamam” dedim, şaşırdı bunlar. Neyse düğün tarihi falan alındı ben de ondan önce zaten sınıf arkadaşlarımın düğünlerine falan gitmiştim e güzel bir şey sünnet olmak. Ortamın gözbebeğisin, her yerde senin adın geçiyor. İlgi odağısın hediyeler falan da cabası. Zaten yazlıktan bir arkadaşa düğünde babası akülü araba almış. Dedim oğlum kev sen de aldır babana çılgın atarsın mahallede havandan geçilmez.

Neyse kına gecesi falan oldu gülüyoruz, eğleniyoruz. Kına kokusundan da nefret ederim bu arada, feryat figan ben yaktırmicam dedim. Annem orada bir çimdirdi beni dedim kaçarım falan zar zor sakinleştirdiler beni. Silah şeklinde yakıcaz dediler. Hmm iyimiş o zaman silah falan ama koksun istemiyorum dedim. Yaktılar kınayı bir de maymun gibi oynattılar insan içinde. Mahalleden de arkadaşlar gelmiş. Düğün salonunun terasında bana sigara ikram ediyorlar. Hiç unutmam markası da kısa maltepeydi. Ee adam olduk ya sigara falan içiyorum ben orda. Kız kuzenlerimden biri de görmüş babama şikayet etmiş kev terasta sigara içiyor diye, babam bastı tabi bizi. “napıyonuz lan orda!!” diye bir çıkıştı. Anında sattım arkadaşlarımı “baba ya zorla sigara içittiriyorlar bana yoksa mahalle maçlarına almazlarmış bir daha” diye satıverdim garibanları. Sonra mahallede 1 ay defans oynattı lavuklar beni.

Sonra babamın kankaları bana çay bardağında rakı da içirdiler “iç koçum iç aslan sütü bu diye” ulan alt tarafı sünnet oluyoruz gören de yarın askere falan gidicem sanar. Bok kadar çocuk rakı mı içermiş efendim bu arada. Bir de fondip yaptım diye omuza falan aldılar beni ben tabi gaza geldim verin lan bir tane daha deyip onu da çaktım. Sonra annem babamlara lolo yapıp çekti aldı beni o alkol batağından. Gittim padişah tahtı gibi sünnet koltuğuma oturdum. Emir yağdırıyorum onu getirin bunu getirin diye.

Ertesi sabah oldu o gün sünnet olacaktım şimdiki çocuklar gibi 3 ay önce hastanede olmuyorduk biz evde canlı canlı kesip biçiyorlardı. Sonra babam sünnet arabası süsleme işini amcama vermiş. Gitmiş bu da sünnet arabasını süsletmeye adam demiş oğlanın adı ne amcam da boşta bulunmuş kendi oğlunun ismini söylemiş süslemeci dayı da kuzenin ismini yazmış arabanın arkasına. Saftirik amcam da çakmamış mevzuyu araba bir geldi annem çıldıraylarda, babamı haşlıyor “bi süsleme işini halledemediniz” diye. Rötar olmuştu ama sonunda kendi ismim yazılmıştı. Neyse sünnet konvoyu falan oldu şerbetleri içip bardakları kırdım adettendir bizim oralarda. Gidip çamlıkta falan oynanır. Hadi onlar oynuyor bana ne, 2 saat sonra pipimi kesecekler. Onun için çılgınlar gibi göbek atıyorum ben orada. Ha bu arada ben küçükken de toramandım severdim yani yemek yemeyi. Sonra konvoy bitti eve geldik sünnet falan olucam, başka bir adetimiz de sünnet çocuğu arabadan inmez bir şey istemeden. Ben de iner miyim hiç akülü arabayı almadan. Dedim baba akülü araba istiyorum ben valla billa inmem arabadan. Kilitlemişim de zaten arabayı hayatta da çıkmam arabam gelmeden. Neyse babamlar dayımlar falan toplandı tamam oğlum alıcaz söz falan. Dedim yemezler baba arabayı görelim önce. O geliyor bu geliyor ikna etmeye yok inmiyorum. Mahalledeki atariciyi bile getirmişler ikna etmeye yine yok inmem anacım.

Sonra düğün pilavı falan pişmiş ben orada laga luga yapıncaya kadar, işin tadı kaçıyor yani. Dayım da elinde pilavla geldi. Dedi kev arala oğlum camı pilav vereyim. Ben de boş bulundum araladım camı. Bu arada dünyada en sevdiğim şeydir mevlüt pilavı. Hooop dayım elini içeri sokup kilidi açıverdi, yaka paça indirdiler beni sünnet arabasından. Sana ne be dayı senin cebinden çıkacak sanki akülü araba parası. Sonra ben mutsuz mutsuz gittim kurbanlık koyun gibi sünnet olmaya. Neyse kestiler biçtiler gıkım çıkmadı. Sonra altınlar paralar falan dedim annemlere altınlar sizin paralar benim. He tabi tabi dediler kandırdılar beni yine. Ben paralarla uyumuşum gece vermiycem ya paraları onlara. Babam sağ olsun koynumdan almış paraları. Sabah sabah ağla ağla canım çıktı.

Kıssadan hisse; yarın öbür gün benimle bir işiniz olursa, bana sadece bir tabak üstü karabiberli, kaymaksız yoğurtlu mevlüt pilavıyla gelmeniz yeterli.

kevbear

Babaannenin kedisinin kuyruğuna, ipe geçirilmiş teneke bağlamak…

Her hafta düzenli olarak evden kaçmak. Çoğu kez başaramayacağını anlayınca, en yakın polise gidip, “amca ben kayboldum” demek… Babanın her karakola sizi almaya geldiğinde önce bağırması, sonra sarılması.

Bayramlarda otobüs bedava diye mahalle arkadaşlarıyla gençlik parkına gitmek ve her defasında kaybolmak.

Ekmek parası kazanıcam diye zırladıktan sonra sebze pazarında su satmak. Nasıl unuturum lan,”buz gibi soğuk su içiğğn” şeklinde bağırdığımı… Pazarda anne ve teyzeyle karşılaşıp, tüm suyu onlara satmak.

pisuvardaki siyah kil 3

Mekan Unkapanı SSK lojmanları. Hani İmç‘nin tam karşısı, eski ihtiyarlık müdürlüğünün yanı. Cadde üstündeki binalar. İşte onların arkası otoparktır. Biz sivri 4 velet. Naylon poşetlere su dolduruyoruz. Sonra 4. Kattan arkadaki arabalara atıyoruz. Pofffff! Torbalar patlıyor. Ne eğlenmiştik. Ta ki alttan sevimsiz, arabası değerli bir komşu bizi keşfedene kadar. Sonra terlikten hangi çocuk daha hızlı kaçar oyununa dönüş olmuştu. Neyse ki bizim arabalar da kurbanlar arasındaydı da çok acı çekmedik.

Şimdi İstanbullular caddeyi anladı. Hani canım şu Unkapanı köprüsü ile Bozdoğan kemerleri arası. Balkonda ablayla futbol oynama sivriliği. Top otobüs durağına insanların arasına düşer.

Yine otobüs durağında bekleyen kurbanlar. Kafalarına mevsimine göre kiraz, erik gibi meyvelerin çekirdeklerini tükürme. Meyve yoksa direk tükürme. Aynı dörtlü takım. Yalnız başımayken, bekleyen insanların başına mandal atma.

Bunlar bir şey değil. Hayatta en utandığım hareketim, yani çok alçaldığım nokta olmuştur da, bu tepedir. Üç sivri, nişanlısı askerde olan komşu kızının mektubunu çalıp okumuştuk, sonra da fotoğraflarla beraber asansör boşluğundan atmıştık. Piçmişiz ya. Düşündükçe kendime küfrediyorum…

aigai

Hiç unutmam bir gün okul sıralarında otururken baktım köşede kızlar toplaşmış aşk mektubu falan yazıyorlar. Bir tanesi sınıfın en yakışıklı çocuklarından ikincisine (birincisi bendim çünkü) bir tanesi sınıf üçüncüsüne falan böyle güzel manalı aşk sözcükleri yazıyorlar. Nasıl imrendim nasıl imrendim anlatamam.

Akşam eve gittim, vereceğimden değil de yazmak istiyorum. Çünkü içimde böyle şeyler hissediyorum ve o yaşta bunları içine atmak çok zor. Aldım kalemi elime, bir tanede kırmızı kağıt. Çarpık çurpuk yazımla (babam yazıma hep it oynamış yonca tarlası derdi) başladım yazmaya. Yazıyorum da yazıyorum… Nasıl dolmuşum. Bir yandan da ağlıyorum çocukluk işte.
Tüm gece yazdım. Geç uyuduğum içinde sabah okula geç kalmamak için aceleyle fırladım evden.

Sen git unut o mektubu masada. Üstüne birde “anıl” yaz. Orada bıraktığımı bile unutmuşum, öğle arasına doğru hatırlayabildim ancak. Aklıma geldi sonradan ama nasıl huzursuzum, diken üstünde dersin bitmesini bekledim. Sonra sınıftan ilk ben fırladım. Tabana kuvvet, bir yandan ağlıyorum, bir yandan dua ediyorum. “Allah’ım noolur annem bulmasın mektubu noolur yalvarırım”

O yaşta bile farkında oluyor insan diline eline düğüm atması gerektiğinin. Okulla evimiz çok yakındı o zamanlar. Hemen eve geldim. Açtım kapıyı, baktım annem yok. “ohh ” dedim. “bulmamıştır o zaman” neyse odama geldim annem çalışma masamın başında elinde katlanmış kırmızı bir kağıt. Nasıl ağlıyor bir görseniz, oğlu ölmüş sanırsınız. Bende başladım ağlamaya “anne özür dilerim lütfen affet.”

Annemin yüreğimde ömür boyu izi kalacak bir yara açması uzun sürmedi.
“Benim senin gibi bir oğlum yok artık.”
Yüreğime ne oturmuştu o çocuk halimle. Ani bir manevrayla aldım mektubu elinden annemin. Tabanlara kuvvet başladım tüm hızımla koşmaya. Koşuyorum ağlıyorum, koşuyorum ağlıyorum… Merdivenlerden düşe kalka indim. Ama canım öyle bir yanmış ki koşuyorum deli gibi. Saatlerce koşmuştum. Şehir dışına kadar Allah ne verdiyse…
Dizlerimin kan içinde olduğunu hatırlıyorum düşmekten… Sonrasında bayılmışım. Uyandığımda bir hastanede yatıyordum.
Yaşlı bir amca beni yol kenarında bulmuş, hastaneye kaldırmış. Uyandığımda annem hala ağlıyordu. Özür diledi benden, beni çok sevdiğini söyledi. İlginçtir, sadece çocukluk buhranı olduğunu sanıyor. Çünkü bakınca gayet “normal” bir erkeğim. Kız arkadaşlarım olduğunu, bir gün evlenip yuva kuracağımı… Ahh anne ahh.
Buda böyle bir anı işte.

serkan

Yazlıktaki komşularımız birkaç günlüğüne evden ayrıldıklarında henüz 10-11 yaşlarında olan ben ve çetem camdan gizlice onların evlerine girmiştik. Aslında ilk eve girdiğimizde sadece 2 kişiydik ve can sıkıntısından yapmıştık. Bir sonrakinde nasıl olduysa 6-7 kişi birden girdik. Güya orası bizim gizli buluşma mekanımız olacaktı akla bak. Eve bir zarar vermeden sadece birkaç yumurta (milletin kafasına atıyorduk) ve iskambil kağıdı yürütüp çıkmıştık ki akşamında komşularımız döndü. Evde yemek yerken komşunun evimize hırsız girmiş diye gelmesini, suç ortağım kardeşimle birbirimize bakışımızı hiç unutmuyorum. Annemler ne çalmışlar diye sorduklarında da “hiiiç” dedi komşu.. Niye hırsız damgası yapıştırdıysa o zaman bize… Çalmayan hırsız olur mu? Neyse yakalanmamıştık ama tırsmıştık baya.

geronimo

Kuzenim sağ olsun bu macera adı altındaki rezilliğimi sevgililerim dahil herkese anlattığından burada da paylaşmakta sıkıntı görmüyorum zira herkes biliyor zaten. Efendim ben küçükken çok yaramazdım ama aşırı yaramazdım yani. Lakabım çeteydi mahalledeki teyzelerin arasında gerisini siz düşünün artık. Bir gün üst mahallede hiç sevmediğimiz bir çocuğa bir şaka yapmaya karar verdik. Bir fanta şişesi bulduk boş bir evin bahçesinde sırayla hepimiz şişenin içine işedik. Hesapta çocuğu bulup fanta diye içireceğiz. Neyse çocuğu bulduk ben tam şişeyi verdim çocuk da bakıyor şişeye pek yemedi açıkçası renk tutmuyor çünkü. Arkamda mahallenin bütün çocukları. Tam o sırada çocuğun bizden iki üç yaş büyük ablası geldi kız tabi çaktı olayı. Şişeyi aldığı gibi açıp üstüme dökecekti ki ben zor tuttum kızı o sırada da anneciğim yetişti sağ olsun geldi kızın elinden kurtardı beni. Hayatımın en kötü macerasıydı herhalde. Bu hikayenin sonu kız bütün şişeyi kafamdan aşağı döktü şeklinde bitmediği için tanrıya teşekkür eder, öpücüklerimi gönderirim.

edie

Çocukken nedense insanlara yumurta atmak gibi bir takıntım vardı. Arkadaşlarımla yazlık evlerin çatısına çıkar oradan sitenin club bozması mekanına giren şıkır şıkır giyinmiş insanlara yumurta atardık. Evlerin balkonuna, arabalara, sıcak diye camı aralık bırakılan arabaların içine kadar her yere… Şimdi anlıyorum ki ciddi problemlerim varmış.

geronimo

Küçüktüm, ufacıktım, erkek fatmaydım ha bir de hiperaktif. 6 yaşıma kadar ananem ve dedemle kaldım hayatımın en mutlu zamanları gibi geliyor hep onlar bana. İnşaatta olan apartmanların 1. Katından atlamalar, kiremiti toza dönüştürüp tükürüğünüzle boyaya dönüştürmek, evde Bugs Bunny’nin çizgi filmlerindeki gibi çekyatın üstünde şemsiye açıp uçma çabaları, dedemin göbeğini havuz diye kullanıp yüzmeler…

Tek bir kavga hatırlıyorum o dönem ve ananemin tek bir sözünü. Benim yaşlarımda bir kız yanında erkek kardeşleriyle beni dövmüştü nedensiz. Ben de ağlayarak şikayet ettim balkonda oturan ananeme. Ananemden beni içeri almasını istedim. Ananem “o kızı dövmeden içeri giremezsin. Biri sana vurduğunda sen daha hızlı vuracaksın. Her zaman hakkını savunacaksın” dedi. Ben de gittim yine itiş kakış dayak yedim. Neyse en azından aklımdan çıkmayan bir ders öğrenmiştim.

missnobody

Yaşımı hatırlamıyorum ama çocuk sayılabilecek bir yaşta bir bayram günü arkadaşlarla beraber bir alışveriş merkezine gitmiştik. Paramız olduğundan da değil yani sözüm ona bayram, ulaşım bedava falan. Amaçsızca geziyoruz anlayacağınız. Sonra tuvaletimiz geldi ayıptır söylemesi. Herkes bir kabine girdi. Ben de o zamanların en büyük malı klozetin üzerine çıkıp yan taraftaki adama bakacaktım. Baktım da… Ama nereden bilebilirdim adamın tavana bakarak işediğini. Anlık göz göze geldikten sonra ben tıpkı çizgi filmlerdeki gibi koşup diğer kabine geçtim. Adam bana dur dur diyordu başka bir şey dediyse de duymamışımdır kalbimin atış seslerinden. O kalbimi zaten 2 saatte anca durdurabildim. Bendeki de şansmış ki geçtiğim kabin boştu. Bayram günü alışveriş merkezi çünkü. Şunu da söylemeden geçmek istemem ki adam dediğim 25 yaşlarında sarışın fena bir şeydi. Buradan ona seslenmek istiyorum, hala aklımdasın.

sweetgayeah

Yamulmuyorsam on yaşlarındayım. Yazları anneanne dede yanına gidiyorum Denizli‘ye. Tabi sıra sıra apartmanların dikilmeye başladığı yıllar. Bizim evin yanında da bir boş arazi var bütün mahallenin çocukları ordayız her gün gece 2-3‘lere kadar -sen bilmezsin liseli bizim çocukluğumuzda dünya daha güvenilir bir yerdi- gelsin yakar toplar, 9 aylıklar 24‘lükler gitsin simiiiiiitler, saklambaçlar, bilyeler, 7 kiremitler, göt kazmacalar..
Bir gün yine çift kale maç yapıcaz adam seçiyoruz, bir araba durdu. İçinden 4 adam indi biri bagajdan boyumuzca tabela çıkardı, öbürü balyoz; çaktılar girişine, biraz sohbet edip binip gittiler biz tabi bıraktık maçı falan koştur koştur gittik baktık ki satılık bilem kaç m2 arazi 0258…. Birbirimize bakışımızı hiç unutmam.

O ilk şokun ardından bizim tosun söktüğü gibi fırlattı kenara tabelayı oleeeeyyy hüloooğğ ahhahaha nidalarıyla koşup maça başladık.

Aradan bir kaç gün geçti adam o civarda -bilen bilir Çamlık‘ı- yerlerin kapış kapış gittiğini bildiğinden kimse aramayınca işkillenmiş olacak ki tekrar geldi. Söylene söylene tekrar çaktı göz ucuyla bize bakarak. O çaktı biz söktük, o çaktı biz yine söktük. Çocuk aklı korkuyoruz da alıp götürmeye başımıza iş açılmasın diye, arazinin kenarına atıyoruz hep.

Bir gün adam yanında biriyle bir çuval çimento ve kumla geldi, bizim apartmandan su rica edip hortumu çekti, bir güzel harcı karıp döktü dibine, bir de bütün gün kuruyana kadar dolandı durdu oralarda. Garip bir şekilde eğleniyor gibiydi. Biz de ertesi gün pastel boyayla numarayı değiştirdik. Adam artık sinirlenip şikayet etmiş, analarımız babalarımız danalarımız ağzımıza sıçınca bir şey yapamadık. E haliyle satıldı kısa sürede bir ay demeden demirleri tahtaları yığmaya başladılar temel kazılacak yerin yanına. İşin ciddiyetini görünce bu sefer tahtaları yürütmeye başladık arka bahçeye yığıp üzerine dedemin araba brandasını çektik bacak kadar boyumuzla o tahtaları taşımamız… O birlik… Anlayamazsınız…

Velhasıl araziyi alan adam satan adam kadar naif ve sabırlı olmayınca ortalığı ayağa kaldırdı tabi. Dedem de sıraya dizip ağzımıza sıçtı ki höt dese altınıza sıçardınız zaten… Tek tek taşıttı geriye tahtaları. Bir de özür diletti adamdan. Biz böylece ilk direnişimizi kaybetmiş olduk ama oyun alanımızı savunduğumuz için hiçbir zaman utanmadık. O özür mecburiyettendi ve bir daha hiç bir mücadelemiz için özür dilemedik kimseden.

aigina

80lerde Şişli2de (Nişantaşı’nda) büyüdüm ben de. O zamanlar orda bile hala boş arsalar, yeşil alanlar vardı. Güvenliydi şehir. Yazın gece yarıları dışarıda sürterdik de ailemiz korkmazdı. Kocaman boş bir yeşil alan vardı doyasıya oynadığımız. Bir gün baktık şantiyeye dönüyor. Kamyonlar gelmiş. Üzüntümüz büyük. Çocuk olmanın çaresizliği. Ne yapacağımızı bilemedik. Arkadaşlar gitti. Ben kabul edemiyorum tabi. Mülayim bir çocuktum üstelik. Gidip kamyonun egzoz borusunu kumla taşla doldurdum. Çocuk aklı işte. Belki bir ümit durdururum sandım herhalde. İlkokula bile gitmiyordum sanırım. Militan eylem yapmışım düşünüyorum da. Doğaya, yeşile sevgim baki kaldı. Yok edilen her yeşil alan, her bahçeli evde duyduğum acı da öyle. Bunca yıl nasıl kalp hastası olmadım bilmiyorum. On yıllarca sesimizi çıkarmadık, yeterince direnmedik. Hepimiz suçluyuz bugünlere gelişimizde. Yok etme canavarlığı katlanarak arttı, son hız gidiyor tabi. Çoraklaştırma, yok etme, kurutma bu ülkenin en büyük geleneği. En köklü kültürümüz sanırım.

azadbear

Bir yaz günü odamda yatıyorum. Elimde şiir kitabı okuyorum bir şeyler. Benim uyuz kardeşim geldi bir şeyler söyledi, elimdeki şiir kitabıyla yüzüne yüzüne vurdum. Aman tanrım şiir okuyan insandan zarar gelir mi derim şimdilerde, cidden geliyormuş kendimden korktum.

Yine bir gün mutfakta takılıyorum. Kendi kendime bir şeyler söylüyorum. Yine kardeşim geldi. Bana tatava yaptı bir şeyden ötürü. Kızın kafasını aldığım gibi bulaşık suyu dolu şeyin içine soktum. Ayy içimdeki vahşete bak. Bir gün de kızı bıçakla kovalamıştım. 4 yıldır uzaktayım şimdi özlüyorum kız çocuğunu.

tavadakasarlisucuk

İlkokul 1 veya 2‘ydi.. Okul servisi nedense evin önünden değil de sokağın başından alıyordu beni… Ben de evden oraya kadar yürürdüm kendimden büyük çanta sırtımda, annem de camdan bakardı ben servise binene kadar. Mahalle de köpek dolu…

Bir sabah ne olmuşsa biraz geç kalmıştım; servis gelmiş duruyor sokağın başında… Yaka paça paldır küldür çıktım evden servise doğru koşuyorum yetişeyim diye… O köpekler peşime takılmasın mı… önde ağlaya ağlaya ciyak ciyak koşan ben, arkada 7-8 tane havlaya havlaya koşan it, annem camda beline kadar çıkmış feryat figan.. Mahalle birbirine girdi sabahın 7‘sinde.. Servisteki liseli abiler indiler falan… Zar zor yetişip onların arkasına saklanmıştım… Onlar höyt möyt diye köpekleri kovmuşlar ve beni servise bindirmişlerdi… Okula kadar ağla ağla içim çıkmıstı…

olympian

Sanırım ya 11 ya da 12 yaşındayım. Müstakil bir evde gül gibi geçinip gidiyoruz. O zamanlar bizim peder hayvancılıkla uğraşıyor anne ise kümesteki hayvanlarıyla.

Kümes dediysem de küçük bir şey aklınıza gelmesin. Kaz, hindi, tavuk, horoz, ördek ne ararsan var. Bende tabii yavrularıyla oynamayı çok seviyorum özellikle kaz yavrularını apayrı seviyordum.

Gel zaman git zaman kuluçka dönemi bitti bütün yumurtalar çatladı bahçemiz yavrularla doldu taştı. Ama sadece bir kaz yumurtası öyle kala kaldı, açılmadı, yavru ortalıkta yok. Annem biraz bekle oda çatlar deyip dururdu. Nedense bende o yumurtayla inanılmaz bağ oluşmaya başladı her saat başında bekliyorum yavru çıkar falan diye. Sonra çocukluk aklım yumurtayı biraz kırıp yardım edeyim dedim ve planladığım gibi yavru içindeydi. Hemen anneme koştum olayı anlattım o da bana bunu yaptığın için yavru tam gelişmemiş olabilir dedi. Bendeki vicdan azabı hat safhada. Annemle birlikte yavruyu yumurtasından çıkarttık. Sonuç olarak yavru tam gelişmediği için yürüyemiyordu ve bir bozukluk vardı ne ise tam hatırlamıyorum onu. Eve aldık küçük bir koliyle yatağımın yanına koyduk. Geldi geçti zaman anlatamayacak derecede bağlandım o yavruya, sanki en yakın arkadaşım dostum gibi. Okuldan döndükten sonra onunla oynuyorum. Yemini suyunu veriyorum. Sanki gerçek bir insan gibi konuşuyorum hatta ismini de misaki koymuştum o zamanlar yayınlanan bir tsubasa çizgi dizisindeki karakterden esinlenerek.

Bir kaç hafta öyle devam etti ve sanırım bendeki bağlanma duygusu ona da yansıdı. Beni gördüğü an hemen sürünerek yanıma koşardı. Acayip eğlendiğimi ve mutlu olduğumu hatırlıyorum.

Sonra bir gün uyurken annem beni uyandırdı ve şu adını söyleyemediğim yavru öldü dedi. Hemen yataktan fırladım ve yanına gittim. En iyi dostumun yanına. Şunu söylemeliyim ki hayatım boyunca bu kadar ağlamadım ve sanırım hayatım boyunca da bu kadar ağlayamayacağım. En son hatırladığım anım ise onu bir çukura gömüp üstüne ağlayarak toprak atmamdı.

Nedense hep kendimi o yavruya benzetiyorum. Yanlış zamanda, yanlış yerde, yanlış hayatta yaşıyormuş gibi.

Olmaması gereken yerde birinin bir küçük katkısı nedeniyle yanlışlıkları yaşıyor gibi hissediyorum.

Aradan geçen onca zamana rağmen sanırım hala en iyi dostum o…

mr nobody

Ben 5 veya 6 yaşında olduğum zamanlardaydı, kanepede amuda kalkardım. Yumuşak falan ya, kafamı götümüzü koyduğumuz yere/götümü de kafamızı koyduğumuz yere yaslardım, öylece dururdum biraz. Hatta beynime aşırı kan gittiğinden olsa gerek “galiba ben büyüyünce peygamber olucam lan!” diye düşünürdüm, baya baya inandığım da oldu bu fikre… Bir gün yine dışarda çocuklar almamışlar beni oyuna, eve gidiyorum. Lan aksilik işte, içerde de kimse yok; hani bir koyu kahve, bir sütlü kahve, bir koyu kahve, bir sütlü kahve kareleri olan, nerdeyse de her eve bir dönem alınmış kullanılmış kanepeler vardı. Aynısının zengin evinde olanına “koltuk takımı” diyorlardı, filmlerde bile çıkıyor bazen. Neyse işte öyle bir şey de bizde vardı, bir girdim içeri; ulan zalım nasıl günaha davet ediyor beni… Koştum koştum kafayı koyup ayakları yukarı sallıyacam, amuda kalkıcam, götü kaldıramadım mı ne olduysa bir anda ok gibi saplandım göt yeriyle sırt yerinin kesiştiği noktaya…

Öyle “ben bu işi kafaya koydum, illaha olacak” diye bir şey yok. İşin içinde şans faktörü var, zamanlama var, bilmem ne var, var oğlu var! Kafaya koymak yetmiyor, ben bizzat kafanın kendisini koydum yine olmadı! Başkan bak şimdi 45 dereceyle kanepeye saplı duruyorum ama yemin içerim anamdan emdiğim süt burnumdan geldi; gözüm karardı, başım döndü, midem bulandı, “ölüyorum!” desem bir bardak su verecek kimse yok, ne dikilebiliyorum ne de geri inebiliyorum… Kanepe nasıl eskimişse o döşemeyle süngerin hemen arkasında bir de kalın bir tahta varmış, ben kafayı oraya vurmuşum meğer… O yaştaki bir çocuk kafasını öyle sert bir şeye vurduğunda kafa tasında şekil bozukluğu olur mu bilmiyorum ama yemin içerim ki benim kafa orada yamuldu… Ya rab, öyle bir ağrı daha yok yani…

O günden sonra ben bir daha hiç amuda kalkmadım, aklımın ucundan bile geçirmedim! Zaten son peygamberin çoktan gönderildiğini de öğrendiğimden beri “bir evliyalık var sanki bende” diye düşünmüyor değilim hani, en azından veli değilsem bile çok iyi bir insanım lan, cennet garanti gibi bir şey…

Neyse işte hayata bakışımızı değiştiren anlar var; kafayı koyduğum gün anladım kafaya koymakla olmuyor, birçok değişkeni de hesaplamak gerek, azıcık oluruna bırakmak, bekleyip görmek gerek falan…

peron yuzyirmisekiz

4. SAYI
HOMOJENOkumak İçin Tıklayın!İndirmek İçin Tıklayın!

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 4. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.