Bekar girenin dul çıktığı ülke; İspanya…

Öyle bir gezi ki, hac kadar olmasa da umre gibi tövbelerden tövbelere savuran tövbeler tövbesi, Sevda Demirel’den yediği tokada rağmen yıkılmayan bir Hande Ataizi ya da yıllarca acısını unutmayıp, atarlı giderli şarkılarıyla hatırlayan Demet Akalın gibi, asla unutulmayacak ibretler alınacak bir gezi… Hornetleri, growlrları kapatın kız başlıyorum…

Kızlar şimdi hepimiz şuna kani olmalıyız ki eğer binlerce yıl öncesindeki LGBTİ atalarımız çarkta geçirdikleri zamanı heterolar gibi dine verse, sadece bize özel bir din olsa, bugünlerde hacı olmak için akın akın Barcelona’ya gidecek, orda hetero taşlayacaktık. Ama nerdeee, biz LGBTİ’ler olarak hep örgütlenemediğimizden kaybediyoruz aşkımsular… Bu gezimizde de, dertlilere deva, hastalara şifa niyetine Madrid-Zaragoza-Barcelona şehirlerinden bahsedeceğim. Aslında her şey yolunda gitse, sonrasında Cenevre-Annecy-Lozan’dan da bahsedebilirdim ama ayh Fransız devriminiz, égaliténiz batsın, Fransa’daki nerdeyse geleneksel grevlerden birine denk geldiğimiz için her şey alt üst oldu. Kız bu Marie Antoinette Fransız varoşlara “ekmek bulamazlarsa pasta zıkkımlansınlar” derken haklıymış, ayh özgürlüğün de bir sınırı var, diğerlerine zarar vermeyeceksin. Ben olsam pasta da vermem, haşlanmış patates kemirsinler french fries kemirsinler.

Neyse şu an Fransızlarla uğraşamicam cidden, konumuz İspanyollar… Bu geziyi öncelikle kimle tertip ettik, canım ciğerim, kıymetlim dünyalar tatlısı bacım, aynı zamanda sözlük yazarı da olan xalo’m ve bir zamanlar sözlük yazarı olan ama entrikaya, ihtirasa dayanamayıp sözlükten ayrılan hatta yazarlarıyla bile görüşmeyen bir bacımız daha. Kız, sözlükte başvuru şartlarından biri çatal dilli olmak, senin neyine sözlük yazarı oluyorsun. Neyse bacımız sonra eski yaşamına dönmüş ve sözlük günlerini unutmak için tedavi görüyor. Üç deli fişek, bir Destiny’s Child olmasa da mezdeke üçlüsü olarak biletlerimizi Madrid gidiş, Cenevre dönüş olarak aldık. Evet öyle aldık çünkü biletler böyle daha ucuz oluyordu, e bir de İsviçre’den mahrum kalmak istemedik. Tabii ki artık zilyon kere okumuşsunuzdur, biletlerinizi önceden alın ki ucuza gelsin diye, bir kere daha tekrarlayalım. Ayrıca sürekli kampanyaları da takip edebilirsiniz hatta etmelisiniz. Biletler alındığına göre, vize işi konsolosluğa kaldığına göre bizim kendi planımıza gelelim. Güzergahımız şöyle olacaktı:

-İlk gün Madrid (araba kiralama)

-İkinci gün Toledo (arabayla)

-Üçüncü gün Segovia (arabayla)

-Üçüncü günün akşamı Zaragoza oradan ver elini Barcelona

-Dördüncü gün, beşinci gün Barcelona

-Altıncı gün Cenevre (uçakla)

-Yedinci gün Lozan, Annecy kısa bir tur ve İstanbul’a dönüş.

Aslında benim gibi gittiği yerde üç günden fazla kalmak istemeyen birisi için şahane bir plan. Hep beraber böyle karar vermiştik ve içimize sindi. Gelgelelim kalacak yerler ve koli ile ilgili düzenlemelere;

Kalacak yer için tabii ki hosteller düşündük çünkü dikkat ederseniz Euro çok erken kalktı, hemen kalktı. Koli olaraktan da birbirimize özsaygımız azalmasın diye, üç koli kotası koyduk ve kolide kalınmayacak geri dönülecekti.

Gezilerin en heyecanlı yeri bilen bilir, planlamasıdır. Gezmesi bile o kadar heyecanlı değildir, hayal etmek, o hayale bir adım daha yaklaşmak hepsi çok güzeldir. Bizde de öyle oldu ama sadece gezi tarihi bayağı yaklaşmışken bana vizeyi yanlış tarihler arasına vermişler. Allahtan vaktimiz vardı da tekrar başvurup doğru tarihleri ayarlatabildik. Siz siz olun vize başvurularınızı son zamanlara bırakmayın.

Vizelerden sonra anlaştığımız üzere yolculuk gecesi xalo’da Ayşegül de (diğer arkadaşın nickini bilmediğimden onun adı Ayşegül olsun) bana geldiler. Bana geldiler çünkü uçuşumuz Sabiha Gökçen’dendi, yani ben Anadolu yakasında oturuyorum, arkadaşlar geziden sonra gitti, yani şu an ev boş, bilmem anlatabildim mi…

O gece benim evimde yenildi içildi, orası hiçbirinizi ilgilendirmez, bir kilo kadar domates kaldı onu da hava alanına giderken yanımıza aldık (Ayhhh bunu vallaha yaptık, varoşluğu kes)

Xalo’yla Ayşegül evimin içine sıçtıktan sonra, sabah uçağımız 09:40’ta olduğu için taksi çağırıp havaalanının yolunu tuttuk. Her seferinde lanet yağdırdığım anlamsız yurtdışı çıkış pullarımızı aldık ve uçağın koltuğuna kendimizi attık. Domatesleri ezmemeye son derece dikkat ettik ve yaklaşık üç buçuk saat sonra Madrid havaalanında onları yedik.

Veee nihayet İspanya’ya kavuşmuştuk. Denizden gelen rüzgar gibi medeniyet yüzümüze çarptı, bir anda alınan temiz hava gibi baş ağrısı yapacaktı nerdeyse. Malum bünyelerimiz bu memlekette medeniyete çok da alışık değil. Bütün planımız kiralayacağımız arabaya bağlı olduğu için önce onu halledelim dedik. Xalo çantalara bakarken biz Ayşegül ile önceden rezerve ettiğimiz arabayı almak üzere, daha doğrusu alamamak üzere kiralamacıya gittik.

Varan 1: Kiralamayı internet üzerinden yaptığımız için ofiste indirimden yararlanamıyoruz. Yeni fiyat ise yani üç günlük araç kiralama ise dört yüz küsür Euro ki bu üçümüzün, en az dört gece, Madrid’te çarka çıkması demek.

Varan 2: İnternette araç kiralama için verilen iletişim numarasına bir türlü ulaşamıyoruz, telefona bakmıyorlar.

Aracın şokunu atlatamamışken, hala havaalanındayken bir mesaj geliyor Ayşegül’ün telefonuna:

“Marsilya’daki havaalanı çalışanlarının grevinden dolayı cumartesi olan Cenevre uçuşunuz iptal olabilir, iptal etmek isterseniz erken davranın. ’Marsilya’sı grevi batsın dedik önce şu aracı halledelim. Ama halledemedik. Otobüse binip bu stresle merkeze hostelimize geldik. Hem belki Marsilya’daki amele kısmısı grevi sonlandırır, uçuş iptal olmaz diye düşündük. Hostelimize girdik, odayı görür görmez xalo bacımın yüzündeki ifadeyi görünce nerdeyse şekerli su isteyip, bacım kendine gelsin diye başında bekleyecektim. Sekiz kişilik oda, odaya it bağlasan durmaz, öğlen vakti iki eleman hala uyuyor. Xalo bacım bu saatte uyunmasına anlam veremedi ama çok belli ki bunlar gececi tayfa. Yine de eşyalarımızı koyup aynı gün Madrid’i yavaştan turlamaya çıktık. Şimdi yemek yenecek yerler neresidir diye benden öneri beklemeyin, kız 5 Euro’nun altında ne bulursanız yiyin. Onu da biz mi tarif edelim. Vebaya, tifüse koleraya dikkat edin işte gerisi Allah büyük. Hostelimiz plaza Mayor’a çok yakındı. Yani o kadar yakındı ki, acil bir umumi tuvalet arasak üç kere plaza Mayor’dan geçiyorduk. Puerto Del Sol ile plaza Mayor dip dibe zaten, biz iki üç saat sonra o bölgede adres soran birine tarif verebilecek duruma geldik. Ayh elli kere turladık galiba.

Çok bir olayı var mı? Bence yok, özellikle ben plaza Mayor’un mimarisini de beğenmedim ama Puerto Del solda bir istiklal caddesi havası var, kalabalık ve insanlar mutlu.

Çıktık bir tapasçı aradık, malum İspanya’ya gelip tapas yenmeden dönülmez. Tapaslarımız Sangria’larla beraber geldi. Sangria’yı ne olursa olsun için. Şahane… Dindarlarımız varsa gelince tövbe eder.

Aynı gece çarka çıktık. Madrid bu konuda aşmış. Ben buna fast-food modeli diyorum. Belirli kafelerde içerde dark room tarzı yerler var. Soft drinkini söylüyorsun içerde daha drinkin bitmeden iki sakso yapıyosun. Bu kadar kolay, bu kadar çabuk ulaşılıyor. Ama bu benim tarzım değil. Ben öncesinden biraz muhabbet etmek tanımak isterim. Zaten xalo’nun da tarzı değilmiş. Gerçi xalo için öncesinde en azından resmi olmasa da bir dini nikah lazım ama olsun bacım zor ısınıyor. Yalnız buralarda bir içecek almak şart, biz almadan giriyorduk hemen durdurdular.

Madrid tam müzelik, yani müze için gezmelik bir şehir. Müze gezmeyi sevenlerdenseniz en az üç gün ayırmanız gerekir. Ya da spesifik olarak bir eseri görmek istiyorsanız nokta atışı yapıp direkt esere gidebilirsiniz.

Biz sadece Centro de Arte Reina Sofia’ya gittik. Çünkü hem çok vaktimiz yoktu hem de kimse parktır müzedir, elinde haritayla gezmeye niyetli değildi. Reina Sofia’nın özelliği ise Picasso’nun ve Dali’nin eserlerinin burada olması. Guernica’nın karşısında gerçek bir sanatsever gibi dikildim. Bu an sahiden benim için ölümsüzdü. Bir daha yaşamak isterim. Aklınızda bulunsun hafta içleri akşam yedi ile dokuz arası müzeyi gezmek ücretsiz.

Bu arada bizde hala araba kiralamanın derdi vardı. Otobüs ve tren biletleri Avrupa’da uçak biletleri gibi işlediğinden son anda alınınca daha pahalıya geliyor ki bizim buna hiç niyetimiz yoktu çünkü daha sırada Barcelona var. Bla bla car’a da bakıp boyumuzun ölçüsünü aldıktan sonra ertesi gün 220 Euro’ya araba kiraladık. Aman elimize mi yapışacak derken sahiden araba elimizde kalıyordu ama en azından plandan sapmadık.

İlk gün kolisiz geçtikten sonra, ikinci gün Toledo’ya gittik. Madrid’e arabayla en fazla 1,5 saat. Madrid’e kadar giderseniz buraya kesinlikle uğrayın, aracınız yoksa turlar da var. Onlara katılın. İspanya’nın eski başkenti burasıymış, bence burası da kalabilirmiş. Toledo ve hatta ülkenin genelindeki bir kuralı hatırlatayım. Yol kenarlarında araç park yerleri için konulmuş işaretlerin renk renk anlamı var. Mesela mavi ‘buralıdır elleşmeyin park etsin‘ demek, yeşil çizgiler ‘buralı değildir ama belli ki erken gelmiş bırakın buraya park etsin’ demek. Ama bizim gibi Madrid’ten gelip Toledo’da yeşile park ettiğinizde camınızda bir ceza bulabilirsiniz ki biz bulduk. Toledolu’lar tam 60 Euro’yu içimize park ettiler aman dikkat edin.

Üçüncü gün Segovia’ya gittik. Burasıda Madrid’e en fazla 1,5 saat uzaklıkta ki yine muhakkak görülmesi gerekir. Meşhur daracık sokaklı orta çağ havasını Toledo’da da Segovia’da da ciğerlerinize kadar soluyabiliyorsunuz. Segovia’da su kemerlerini görünce, Cüneyt Arkın’ı yad edip, bizansa bir kez daha lanet okuduktan sonra meşhur Walt Disney’e ilham olan şatoyu görmek ama ücretli olduğu için içine girmemek üzere Alcazar şatosuna geçiyoruz. Görüntü sahiden de Disneylik. Bir zamanlar burada ciddi ciddi derebeyleri falan mı yaşıyormuş inanmak çok güç. Daha çok Mickey Mouse yaşıyor gibi. Segovia’da check-in lerimizi yapmak üzere bir şarap (en uygunundan) içebileceğimiz ve tapas yiyerek açlığımızı bastırabileceğimiz ara sokakta bir mekana geçip aynı günün akşamı Zaragoza’ya doğru yola koyulduk.

Aslında Zaragoza yol üzerinde olduğu için uğrayacağımız bir şehir. Sizde Madrid’ten Barcelona’ya araçla gidecek olursanız uğrayabilirsiniz. Caddeleri geniş ve temiz. Daha çok bir sanayi şehri ama bir yol üstü yemeği için son derece güzel bir yer.

Yolculuğun en keyifli kısımlarından biri de yol muhabbeti. Yolda kimlerin kimlerin arkasından neler neler denildi, o çatal dillerle ne günahlarda boy verildi bir bilseniz. Hatta bunu okuyacak olan eş dost sözlük yazarı, kız hanginiz nerede ne halt yediniz, hanginizin çatalı ne zaman göründü hepsini konuştuk. Pompei gibisiniz.

Yolculuğumuzun en gerilimli kısmına geliyorum şimdi. En heyecanlı olması gerekirken en gerilim yüklüsü burası oldu: Barcelona…

Barcelona’da hostelimize girmişiz, uygulamalar da tüm Barcelona’ya bir ‘hola, tienes una casa’ çekilmiş, odamızda duş alıp kendimizi dışarı atacağız derken bir mesaj: Marsilya uçağınız iptal oldu. Yeni uçuşunuz yarın sabah 6:00’da.’ Biz bu mesajı okurken saat 22:00. Yani hepten gerilim, tekten stres. Sen o Vueling Airlines’ı ararsın, ağzına geleni söylersin diyeceğim ama daha çok bir yakarış oldu. Ne güzergahı değiştirdiler ne uygun güne bilet verdiler. Anlaşıldı uçak biletleri iptal. Hasta la Vista Annecy.

Bu noktadan sonra geriye sadece bir şey kaldı, BarCelona’nın tadını çıkarmak, Gaudi’ye selam çakmak, 5 Euro’nun altındaki tüm yiyeceklerin yerini keşfetmek.

İlk gün kendimizi hemen La Rambla’ya attık, kendisi Barcelona’nın İstiklal Caddesi olur. İstiklal Caddesi’nden daha ferah geldi bana. Burada hırsızlığa da dikkat etmek gerekiyor tabi. Ne kadar şikayet etsek te İstanbul’un Avrupa’nın en güvenli büyükşehirlerinden biri olduğunu unutmamak gerekiyor. Nitekim xalo’yla ben çarktan dönerken, aman çark demişim, bir müze ziyaretinden dönerken, gözlerimizin önünde genç bir kız gasp edildi. Bacım, hırsızın arkasından topukluları ve mini eteğiyle koştu ama yetişemedi.

Bu arada Barcelona’da uygulamalar çok iyi işliyor ama yerliler pek yüz vermiyor. Anladığım kadarıyla turistlerden bıkmışlar, daha kalıcı ilişkiler arıyorlar. Ama turist yağıyor resmen. Tabii ki ikinci gün hemen Gaudi’nin evlerini ve o meşhur şantiye mi desem kilise mi Sagrada Familia’yı ziyaret edip, içeri hiç girmeden on bin tane fotoğraf çekiliyoruz. Gerçekten şahane bir eser, Gaudi’nin bir deha olduğunu kanıtlar gibi ayakta. Gaudi’nin bütün eserlerini muhakkak görüp sanata doyun. Ben en çok Casa Mila’ya hayran kaldım.

Aynı gün Barcelona sahilinde yerli ve yabancı turistlerin de ilgisini üzerimize çekerek sahile Bülent Ersoy edasıyla daldık. Su haziran ayında Barcelona’da çok soğuktu nedense. Yani plajda soyunan delikanlıları görmesem gitmeyin derim ama görsel keyif için muhakkak gidin. Bu arada sahil yürüme mesafesinde, yani bir sahil kenarı yürüyüşüyle ulaşılabilir.

Ben Barcelona turumda şanslıydım çünkü çok tatlı bir bear, bana motosikletiyle şehir turu attırdı. Sonrasında da onun evine gidip sanat tartışmamıza orada devam ettik.

Mekanlara gelince Ayşegül ertesi gece uyuduğu için, biz xalo bacımla Google’dan bulduğumuz bir bara gittik. Biz gaybar sanarken öğrenci yurdu gibi çıktı. Finalden çıkan soluğu orada almış gibi kalabalık. Dedim kız ben bunun için İspanya’ya gelecek olsam kendimi yormaz, metrobüse binerdim, aynı kalabalık aynı ter kokusu orada da var.

Ama sonrasında iki bear bar bulduk, benim tavsiyem BBB (Bacon bear bar)’a gidin. Biz xalo bacımla ülkemizi çok iyi temsil ettik. Bu arada gezimiz bitmek üzereydi ama Ayşegül’le ben ufaktan da olsa skor yapmışken, xalo bacım aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem dedi, elini vermedi kimseye, ayh takdir ettim.

Gelgelelim Sitges’e. Barcelona’ya gidip buraya gitmeyene bear demezler. Son günümüzde metro biletlerimizi alıp Sitges’e gittik. Barcelona’ya yaklaşık 45 dakika uzaklıkta tam bir gay paradise. Yalnız totoyu göbeği salıp gittiyseniz top 50 listesine girmeniz zor. Sahilde Poseidon kaynıyor, herkes kaslı. Teleskopla baksalar sahildeki üç lahmacunu (ben, Ayşegül, xalo) hemen fark ederlerdi. Şanslıymışız ki Sitges Pride’a denk geldik. Konser alanı hazırlanıyordu. Hazırlıklar sırasında xalo bacım, iskelede Despacito’ya kıvrak dansıyla eşlik etti ki, sahil güvenlik önlem almak zorunda kaldı. Tüm konser kalabalığının gözleri üstünde, metrobüste öğrendiği tüm kıvraklığıyla, Sitges’te adını altın harflerle yazdırdı, sıkıysa silsinler.

Sitges muhakkak görülmeli, özellikle bizler için. Hayatımızda kısa bir süreliğine de olsa özgürlüğü tatmak çok güzel. Biz kalmadık aynı gün döndük.

Barcelona’daki 3. gün Ciutadella parkı ziyaret ettik. Şehrin göbeğinde muhteşem bir ambiyans, xalo bacımla burada gerçek bir çarka çıkılabileceğini düşünüp vaktimiz kalmadığından bir dahaki sefere planımıza bunu aldık.

Şimdi Tapas’lar yendi, Sangria’lar içildi her şey güzel gibi ama değil. Soru şu Cenevre’ye nasıl döneceğiz. Tren ve uçak opsiyonumuz artık kalmadığı için Romen mültecilerle beraber otobüs terminaline gittik. En ucuz bilet 70 Euro, o da Cenevre’ye değil Lyon’a, yani Fransa’ya. Zaten xalo bacımın bir Fransa fobisi vardı ama onun daha büyük endişeleri tuttu. Ayh karı, ‘ben pasaportuma otobüs damgası vurdurtmam’ diye tutturdu. Zar zor ikna ettik, İspanya’dan çıkarken kontrol yok, pasaportunda Öz Barcelona tur damgası olmayacak diye.

İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudileri gibi otobüslere doluşup ne kadar Romen, Hintli varsa yolculuk edip gece 02:00’de Lyon’da olduk. Aksilik bu ya, Lyon -Cenevre otobüsü en erken sabah saat 06:00’da. Terminalde 4 saat beklerken Fransız polisinin bir sarhoşla mücadelesini izledik. Polis yanında kurt köpeğiyle gelmiş, verdiği tek rahatsızlık bağırmak olan adamın üzerine köpeği saldı. Adam merdivenlerden yuvarlandı, bizler şok tabi. Bunu Türkiye’de yapsan polis şiddeti diye sütun sütun yazılır. Bunların da bizden pek farkı yok zaten ama böylelikle xalo bacımın Fransa endişeleri karşılık buldu.

Derken saat 06:00’da Cenevre otobüsüne bindik. Tam bir Avrupa manzarası olarak otobüste, önümüzdeki koltukta teenager çift bildiğin sevişti. Bu olayları hep duyar hiç inanmazdım ama oldu. Sabah Cenevre’ye geldiğimizde hal kalmamıştı.

Cenevre’de çok kısa kalmış olmamıza rağmen izlenimim şu ki, şehir bizi resmen kustu. O kadar zenginler o kadar high classlar ki, şehir bize ‘buradan defolun’ der gibi baktı. Tipik İsviçre şehri, küçük, rahatlatıcı, sakin ve pahalı.

Aynı gün 14:40’da İstanbul uçağımıza binip anavatana döndük.

Peki bana bu yolculuktan neler kaldı. Xalo gibi muhteşem bir dostla şahane anılar. Ayşegül’le de öyle ama, Ayşegül kinini içinde tutmuş galiba geldikten sonra beni hiç aramadı. Hala yaşıyorken yanınıza dostlarınızı da alın gidin arkadaşlar. Dünyanın tadını çıkarın.

Xalo’m öpüyorum kuzum seni….

Hazırlayan: muahhhh

12. SAYI

HOMOJENOku

İndir

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 12. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.