Erkekler Erkeklerden Erkekliği Öğreniyor

Metis Yayınları’ndan çıkan Serpil Sancar tarafından yazılmış “Erkeklik: İmkânsız İktidar (Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler)” adlı kitabı okurken çocukluğumda ve ilk gençliğimde hissettiklerim aklıma sıkça geldi.

Hazırlayan: hazineci

Toplum tarafından öne sürülen “erkeklik” her ne kadar sorunlu olsa da beni çok da rahatsız eden tarafları bulunmazdı. İlkokula başlamadan önce rakının tadını öğrettiler bana, “göster oğlum amcalara pipini” ya da “küfür et oğlum” gibi maço tavırlarla büyütüldüm. İlkokul birinci sınıfta daha ilk gün bir kız kendiliğinden gelip yanağımdan öptü ve tüm teneffüs onunla sarılarak gezdik; eve gelip bunu anlattığımda babam ve dedem hovarda olacağım diye amma da çok sevinmişti. Annem oldukça duyarlı ve bizi bazı konularda daha bilinçli yetiştirmeye çalışan bir kadındı. Zaman zaman babamın saldırgan tavırları ve annemin koruyucu kollayıcı ve insanlara saygılı olmamızı tembihleyen halleri bana “nasıl bir erkek olmam gerekiyor?” sorusunu o dönemlerde oldukça çok sordurmuştur. Annemle babam ayrıldıktan sonra bu soruyu ara ara tekrar kendime sorduğumu hatırlarım. Babama göre “erkek” güçlü ve dominant olmalı önüne geleni becermeliydi, anneme göre “erkek” koruyucu kollayıcı, ailesine ve uçkuruna sahip çıkabilen kişiydi, dayımlar için “erkeklik” kadın gibi olmamaktı, amcama göre “erkeklik” yeterince para kazanabilmekti, öğretmenlerime göre “erkeklik” başarılı ve topluma faydalı olmaktan geçiyordu, arkadaşlarıma göre de “erkek” olmak topu en güzel oynayan ve anlamını bilmediğin küfürler karşısında kavgaya her an hazır olmak anlamına geliyordu. Sanırım herkesi mutlu etmeye çabaladım, ya da insan o dönemlerden itibaren aslında herkesi mutlu memnun etmeye çalıştığını sonradan fark ediyor.

Toplumumuzda insanların her konuda fikri var ama öğüt vermek veya yol göstermek anlamında çok az kişinin yeterince cesareti bulunuyor. Bu yüzden “erkeklik” dediğimiz şey hem toplumu hem de kişinin kendisini gözlemleyerek kişinin anladıklarıyla oluşturduğu bir şey. Bu yüzden de oldukça sorunlu çünkü bir kez içerisinde yaşadığınız toplumdan çıktığınızda, yeni girdiğiniz toplumda “erkeklik” bambaşka bir şekilde yeniden tanımlanmış onu görüyor oluyorsunuz.

Türkiye’de farklı toplumsal iktidar ilişkileri içinde oluşan farklı erkekliklerin toplumsal sınıflar, etnik ve dinsel cemaatler, yaş, meslek grupları ve bedensel özelliklere göre değişen konumlarının olduğundan bahsediliyor. Buna rağmen “tek ve doğal erkek hali” olarak bir tür erkek kimliği öne çıkabiliyor. Üstünlüğünü ve egemenliğini sürdürebilen bu egemen erkeklik tarzlarını anlamak için hem eril tahakkümün üreticisi “ataerkil” kurumların yapısına hem de kültürel pratiklerle üretilen “eril tahakküm” stratejilerine bakmak gerekiyor. Kırsaldan kente göçün yaygınlaşmasıyla, erkeklik de bir anlamda krizle karşı karşıya kalıyor çünkü erkekliğin “babadan oğula” aktarıldığı pratik artık sekteye uğruyor. Kırsalda ailenin yaşlı erkekleri iktidar sahibiyken, kentteki “ekmek parası kazanan aile babası erkek” iktidarı babaların iktidarına meydan okuyan bir erkeklik haline dönüşüyor. Bu durum da “babadan oğula” geçtiği düşünülen erkekliğin artık işlevsiz hale geldiğini gösteriyor. Çünkü piyasa kapitalizminin dinamikleri hanenin ve ailenin koruyucusu yaşlı erkeğin deneyimine değil, üreten kazanan genç erkeğin “piyasa”ya dayalı erkeklik otoritesine önem veriyor. Bu sayede yaşlı erkeklerin emeği dışlanıyor ve genç erkekler de para kazanarak ailedeki karar verici otorite konumunu ele geçiriyor. Bu değişim süreci erkek kuşakları arasında yüzyıllardır devam eden deneyim aktarım kalıplarını önemli ölçüde parçalayıp ortadan kaldırıyor. Ülkemizdeki genç nüfusun yoğunluğunu da dikkate aldığımızda, yeni aile ilişkilerinin ortaya çıkmasına şaşmamak gerek.

“Babadan oğula” geleneğinin yıkılarak “piyasa”ya göre şekillenen erkeklik özellikle yeni kent yoksulları ve alt sınıf genç erkekler açısından oldukça güvensiz, belirsiz ve kaotik koşullar oluşturuyor. Düzenli geliri ve iş güvencesi olan bir iş bulup evlenmek bu genç erkeklerin hayali olmuyor ve piyasa abilerine “yanaşarak” kendilerine daha iyi bir gelecek ve güvenlik ortamı sağlamaya çabalıyorlar. Bu sebeple de yasadışılaştırma, enformelleştirme ve mafyalaştırma yoluyla daha da korunmasız buluyorlar kendilerini. Büyüklerin deneyiminden ziyade kişilerin hayatı kendilerinin yaşamasıyla edinilen erkeklik, yeni erkeklik stratejilerinin üretilmesini sağlıyor. Bu sayede de eril şiddet daha serbest kalıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, “babadan oğula” devredilen erkeklik bir anlamda toplumdaki eril şiddeti törpüleyen bir durummuş, onu görüyoruz.

Kitapta şöyle bir bölüm geçiyor: “Türkiye’de mevcut erkek egemen cinsiyet rejimine ve bunun yakın tarihine baktığımızda kapitalist piyasanın sömürüsü, otoriter-militer devletin araçsallaştırması, kültür endüstrisinin “tüketim” istismarı karşısında kendilerine sunulan erkeklik rollerini- zaman zaman ayak direseler bile- çoğu zaman gönüllü oynayan çok fazla erkek olduğu bir gerçek ve kendi yaşamını “bu ne biçim erkeklik” diye eleştiren çok sayıda erkekle karşılaşmak pek mümkün değil.” Aslında söylediği şey şu: devlet erkeklerin belirli bir şekilde “erkek” olması gerektiğini söylediği gibi, piyasa da erkeklere işgücü doğrultusunda belirli erkeklik kalıplarına sokuyor. Erkeklerin erkeklerden erkeklik öğrenme durumu olabildiği gibi futbol, body building, birahane, pornografi, Hollywood sinemasının He-Man imgeleri, Playboy ve internet cinselliği gibi alanlar da erkeklere “işte erkek adam böyle olmalıdır” sömürüsünü yapmaktadır. Ülkemizdeki durumu da tarihsel miras ile ilişkilendiriyor kitap. Diyor ki, Türkiye sömürge deneyimi yaşamadığı için şu anda Doğu-Batı ikilemine sıkışmış durumda ve modernlik anlatısı da daha çok kadın bedeni üzerinden yapılmaktadır, ama erkek kimliklerinin nasıl modernleşeceğini şekillendiren politik ve kültürel modeller cinsiyet kimliği ya da aile üzerinden tanımlanmamıştır. “Modern erkek” dendiğinde meslek sahibi, yeni teknolojik gelişmelere ayak uydurabilen, modern ekonomik ve siyasi kurumları yönetmeyi beceren bürokratik-siyasi deneyime ve dünya bilgisine sahip olan erkek anlaşılmaktadır. Bununla birlikte; bu erkeklik tarzı cinsiyet kimlikleri ve cinsiyet farklarına dayalı eşitsizlikler karşısında duyarlılığa sahip değildir. Yani bir anlamda yaşlı aile reisi otoritesine başkaldırı niteliğinde olan bir modern erkeklik modeli ile karşı karşıyayız sadece. Oysa ki cinsiyet eşitsizliklerine karşı duyarsız olan bu modern erkeklik tarzı aynı zamanda erkeklerin kendilerinin yaşadığı erkeklik deneyimlerine de duyarsız kalmalarına yol açıyor. Bu ifadeler bana Kaos GL’nin “eşcinsellerin özgürleşmesi heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” sloganını hatırlattı.  Kadınların erkeklerin hayatındaki öğretici rolü de çoğu zaman vurgulanmak istenmiyor. Bu bakımdan “anneden öğrenmeyen bir toplum” olduğumuz da söylenebilir. Dişil deneyimi toplumsal anlama katacak çok fazla olanak ve uygun bir dil olmayışı erkeklik tanımlarını da sakatlıyor. Oysa ki bakım, şefkat, vb. gibi değerler de erkekleri daha eşit ve özgür bireyler haline getirebilir.

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yaradılıştan gelen biyolojik farklarla ilgili olduğu ve değiştirilemez insan tabiatının bu cinsel-toplumsal farkları zorunlu kıldığı düşüncesi “erkek egemenliği”ni besleyen ve genel kabul gören bir düşünce. Bu düşünce dinsel, muhafazakâr ve taşralı olmakla ilgili de değil; modern erkekler de bu görüşü savunuyor. Bu anlayış hem İslami (“Havva, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır” ifadesi bile kadının erkeğe tabi olduğunu gösteren en güzel örnek bence) hem de laik kaynaklardan besleniyor üstelik. Aslında otoriter-despot devlet politikalarının burada payı büyük. Bu bakımdan, “yaratılış” teorileri “doğru cinsiyet kodları” tanımladığı gibi eril şiddet ve dişil itaat da meşrulaştırılmış oluyor. Devlet politikalarının toplumu şekillendirdiği iddia edilen bir başka nokta “cinslerin birbirinden toplumsal tecridi”ni normal karşılıyor oluşudur. Kadınlar, erkeklerin sürdürdüğü kamusal faaliyetlerden (piyasada üretim ve ticaret, dinsel törenler, vb.) büyük ölçüde dışlanır; erkekler de kadınların hane ve mahalle merkezli sosyalleşme ilişkilerine katılmaz. Yapılan etkinliklerin çoğunun tek cinsli toplumsal gruplar içinde gerçekleştiğine vurgu yapılıyor kitapta. Bu durumda da deniyor ki, babadan öğrenilemeyen erkeklik, “erkek erkeğe” ortamlarda daha kolay üretilebiliyor. Türkiye’de yetişkin erkeklerin nezaretinde genç erkeklerin geneleve, pavyona, içki içmeye götürülmesi, yakın zamanlarda birlikte futbol maçına gitmeye model oluşturuyor. Ayrıca, devlet yasa ve uygulamalarda eşcinsellere yönelen ayrımcılığı insan hakkı ihlali saymamakta, para ile kadın bedeni ve cinselliği satabilmeyi “zevk” amaçlı bireysel tercih olarak görmekte, erkekleri zorunlu kışla eğitiminden geçirmekte, vb. uygulamalarıyla, devlet erkek egemen rejime destek sunmaktadır.

Erkeklik kimlikleri ve pratikleri ülkemizde sürekli değişiyor. Ama şiddeti normalleştiren ve toplumsal-siyasal sorunların şiddet dışında başka bir yoldan çözülemeyeceği de çoğunlukla vurgulanıyor. Yine de egemen erkek modeline ayak direyen ve onu reddeden erkeklerin sayısı da az değil. Zaten kitap da “Türkiye’de erkek egemen cinsiyet rejiminin değişim rotalarının sorunlu kılınan, dışlanan, reddedilen ya da ikincilleştirilen erkeklerden geldiğini” vurguluyor. Bu bakımdan, egemen erkeklik modeli dışında kalan erkeklik hallerinin zaman içerisinde daha geniş kabul göreceği fikri tartışma götürmez bir gerçek niteliğinde.

Sevgiler,