Çavdar Tarlasında Çocuklar ya da Sahtekarlar

 ELİNDEKİ KİTABI TEK KELİMEYLE ANLAT DESEM…

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR ya da ‘SAHTEKARLAR’

‘Tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan, ”Tanıştığıma memnun oldum” demek beni öldürüyor. Ama hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvaları söylemek zorundasınız.’

Hazırlayan: vaveyla93

Bahsedeceğim Kitap Tam Olarak Şu: The Catcher in the Rye, Jerome David Salinger, çeviren Coşkun Yerli

Ülkemizde 1967 yılındaki çevirisinin Adnan Berk tarafından Fransızca baskıdan yapılması nedeniyle “Gönülçelen” ismiyle de tanınan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”, ilk olarak 1957 yılında Birleşik Krallık’ta basılmıştır. On üç yaşındaki Holden Caulfield adlı başkahramanımız, liseden atıldıktan sonra, daha önce başka okullardan da kovulduğu için anne ve babasının tepkisinden çekinerek, eve dönüşünü birkaç gün geciktirmek niyetindedir. Böylece okur olarak bizler de Holden’ın kendi ağzından Noel zamanını dışarıda geçireceği üç gününü dinlemeye başlarız. Bu süre içerisinde Holden’ın başına gelen irili ufaklı olaylar, onun kafasında zaten çoktan yerleşmiş olan bir düşünceyi tekrar teyit edecektir: “İnsanlar samimiyetten uzak, diğer bir deyişle yapmacık bir hayatın kaosunda sürüklenmektedir.” Ahlak dışı ve açık saçık bulunduğu için yıllarca ABD’nin birçok bölgesinde yasaklanan kitabın günümüzde hala gündemde olmayı sürdürmesi, aslında şaşırılacak bir durum değildir. Şöyle bir durup düşünecek olursak, Holden’ın bizi uyardığı “sahtekârlıklar”, günümüzde belki de kat be kat fazladır. Öyleyse elimize bir kitap alıp bu samimiyetsizliğin ve sahtekârlığın farkına varabilme yükümlülüğümüz de artmıştır. Çavdar Tarlasında Çocuklar işte bu farkındalığı kazanmanın en güzel araçlarından biri olarak hayatlarımıza girmektedir. Asri zamanlarda geçen hikâye, aslında modern bireyin taktığı maskeleri de açığa çıkartmaktadır. Ne yazık ki 21. yüzyıl insanı maskelerinden kurtulamadığı gibi, dijital ortamlar ve sanal benlikler, tüketim toplumu ve meta fetişizmi ile gerçek olan yüzünü daha da derinlere saklamıştır. Bu sebeple kahramanımız Holden’ın özlemleri, günümüz insanının da arzuladığı sahicilikte vücut bulmaktadır.

Bahsettiklerim de Tam Olarak Şunlar:

Çavdar Tarlasında Çocuklar (J. D. Salinger)’ kitabının ilk birkaç sayfasını okuduğumda kendi kendime ikinci bir Simyacı vakası yaşamak üzere olduğumu söyledim. Simyacı’yı okuduğumda bütün o evrene iyi mesaj gönder türevinden mesajların ve enerjiyle ilgili diğer zımbırtıların, yanılma ihtimalim çok yüksek olsa da kaynağını bulduğumu düşündüm. Bu meselelere tamı tamına inanmıyor değilim ama Coelho açtığı bu yolun daha sonra ne boyutta saçmalıklara vesile olacağını kestirememiş diye düşündüm. Bir başka düşündüğüm şey ise kitabı lise yıllarında okumuş olsaydım daha çok beğeneceğimdi. Aynı düşünce başlarda beni bu kitabı okurken de yokladı. Ergenlik bunalımını atlatamamış bir çocuk olan Holden Caulfield’ın hikâyesi beni içine almamıştı. Gelgelelim bir süre sonra fikrim değişti. Holden bize büyüyüp kapitalist sistemin içerisinde hayat mücadelesiyle boğuşurken unuttuğumuz bazı sahtekârlıkları işaret ediyordu. Henüz sistemin içerisinde kendine bir görev bulamadığından, başka bir deyişle dışarda kalan birinin rahatlığıyla çok daha iyi görüyordu Holden sahteliğimizi. Gerçi bu görünün büyük bir tehlikesi vardı; sahtelikleri görmenin en ileri noktalarından birine varmış olan Holden bir karar aşamasına gelmişti ve eski edebiyat hocası Bay Antolini’nin de dediği üzere onun hiç vakti kalmamıştı.

‘Seni korkutmak istemiyorum’ dedi. ‘Ama seni soylu bir biçimde ölürken görebiliyorum, şöyle ya da böyle, değersiz bir dava uğrunda.’

Holden’a hocası tarafından tavsiye edilen; korkuya ve umutsuzluğa kapıldığı için vazgeçmemesi, aksine içinde bulunduğumuz dünyayı daha iyi anlamak için oyunu kurallara göre oynamaya karar vermesi oluyor. Bu durumda kast edilen ise bir üniversite okumak ve zihninin sınırlarını öğrenmek. Böylece ikinci kararı verirse bu sahtekârlıkları düzeltmek için vereceği savaşta hem sistemin kendisini hem de saldırı ve savunmada kullanabileceği araçları edinmiş olacaktı.

‘Bak, ne diyor (Wilhelm Stekel kast ediliyor): ‘Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.’’

Holden bize tüm hikâyesi boyunca onu bu kaçınılmaz sonuca götüren sahtekârlıkları anlatıyor. O yüzden bu kitap için seçtiğim kelime ‘Sahtekârlar’. İletişime geçtiği diğer karakterlerin çoğu samimi olmaktan uzak; yüreğinin hezeyanlarını bastıracak muhabbetleri yapabildiği neredeyse tek insan ise kız kardeşi Phoebe. Diğer bir deyişle yetişkinlerin kirli dünyasına henüz dahil olmamış bir çocuk. Holden’ın, çocukları çavdar tarlasında saklayıp korumak istemesi de bu yüzden. Yetişkinlerin dünyası çocuklara yıkıcı bir şekilde zarar veriyor. Ölen kız kardeşi Allie’nin bu dünyada bu kadar az zaman geçirmesi ama tüm çirkinliklerin ezelden beri yaşamlarımızda var olmaya devam etmesi de Holden’ın bunalımını büyük oranda etkiliyor; Allie ve geriye kalan her şey bir nevi samimi olan ve olmayan zıtlığını yansıtıyor. Bu yüzden çavdar tarlasının sınırında durup oradan çıkmaya çalışan çocukları yakalamak istiyor; daha fazla Allie’yi kaybetmesin diye bu dünya. Sahte bulmadığı ve konuşmaktan diğerleriyle olduğu kadar rahatsız olmadığı iki rahibe de var Holden’ın hikâyesinde ve tahmin edebileceğiniz gibi onların da çocuklarla ortak yönü yetişkinlerin kirli dünyasıyla asgari düzeyde bir iletişim kurmaları. Onların gösterişsiz tavırları Holden’ı oldukça etkiliyor ve gösterişi statü edinmek için araç olarak kullanan tanıdıklarıyla rahibeleri kıyaslamasına neden oluyor. Bu kıyas adeta okuyucunun da sahte olmayanı fark etmesini sağlamayı amaçlıyor.

Teyzem oldukça yardımsever biridir -Kızılhaç işleri için filan çok koşturur- ama çok şık giyimli filandır, yardım için bir şeyler yaptığında hep şık giyimli ve rujunu mujunu sürmüş olur. Yardım için bir şey yaparken onu siyah elbiselerle ve rujsuz olarak düşünemiyorum. Hele bizim Sally Hayes’in annesini. Aman tanrım. O kadın, böyle, elinde bir sepetle para toplamaya, ancak herkes eline ayağına kapanarak para verirse çıkabilirdi. Eğer insanlar yalnızca para bırakıp hiçbir şey söylemeden giderlerse, onu umursamadan filan yani, o saat bırakırdı para toplamayı. Sepeti hemen birinin eline tutuşturuverir, gider, şatafatlı bir yerde yemek yerdi. O rahibeleri bu yüzden sevmiştim. Anlıyordunuz, her şeyden önce, onlar hiçbir zaman öyle şatafatlı yerlerde yemek yemezlerdi.’

Holden insanlarla ilişkisi hususunda çoğunlukla maddi tatmini hedefleyen ve görünenin daha derinine inmeyen günlük hayat rutinleri nedeniyle bocalıyor. Örneğin; Pencey isimli ve hikâyenin başında oradan atıldığını öğrendiğimiz okuldaki oda arkadaşı Stradlater dış görünüşünü çıktığı kızları etkilemek için oldukça önemsiyor. Holden, Stradlater’ın o gece çıkacağı kızın, onun için çok değerli bir arkadaş olan Jane olduğunu ve çocuğun kızın adını bile hatırlamadığını öğreniyor. Stradlater sadece bedenini ve egosunu tatmin etmeye çalışmaktadır. Bir diğer örnek ise Sally Hayes’in paten kaymaya Holden’la hoş vakit geçirmek için değil kendisini cemiyette göstermek için gitmesi. Holden içten bir yakınlaşmaya o kadar muhtaçtır ki, sık sık insanlara tepeden bakan ve bu diğer insanlardan daha yüksekte olma durumunu kendi yeteneklerini ve başka özelliklerini kullanarak olumlayan her insana kendi deyimiyle ‘ayar’ oluyor. Ayrıca hikâye boyunca irili ufaklı çoğu sohbette ise artık alışılmış olan ve Holden’ın aşmaya çalıştığı sahtelikler var. Holden’ın otel barında masalarına oturduğu üç kadın ve otel odasına çağırdığı fahişeyle aralarında geçen diyaloglarda olduğu gibi.

Bir iletişim mezunu olarak kitaptaki bahsetmeden geçemeyeceğim bir diğer sahtekârlık örneği ise Hollywood hikâyeleri ve aktörler. Holden abisi D. B.’nin başarılı bir yazar olduğunu ama Hollywood’a transfer olduktan sonra oldukça samimiyetsiz hikâyeler yazdığını defalarca tekrarlıyor. Hollywood sinemasının bir konuyu iyi bilse de bilmese de daha fazla kar için prim aracı haline getirdiğini ima ediyor durmadan. Bu filmlerin izleyicilerini de sinema ekranında gördükleri dramlara ağlayıp gerçek hayattakilere kulaklarını kapadıkları için samimiyetsiz buluyor. Aktörler ise sahtekârlık mefhumundan paylarını şu cümlelerle alıyor;

Her şeyden önce, o aktörlerden nefret ediyorum. Normal insanlar gibi hareket ederek oynamıyorlar. Öyle oynadıklarını sanıyorlar. Bazı aktörler iyi oynuyorlar, bir parça yani, ama o da seyretmeye değmiyor. Bir aktör

İyiyse, hep anlıyorsunuz, iyi olduğunu biliyor ve bu da her şeyi berbat ediyor. Örneğin, Sir Laurence Olivier’yi ele alalım. Onu Hamlet’te seyrettim. D. B., Phoebe’yle beni geçen yıl götürmüştü o filme. Bizi önce öğle yemeğine, sonra da filme götürmüştü. Ağabeyim filmi önceden görmüştü, yemekte bize öyle bir anlattı ki, ben de görmek için felaket sabırsızlandım. Ama seyredince pek hoşuma gitmedi. Bu Sir Laurence Olivier’nin nesi böyle muhteşemmiş, bir türlü anlayamadım. Felaket iyi bir ses tonu vardı, acayip yakışıklı bir herifti, ortalıkta yürürken, düello ederken filan, onu izlemek güzeldi, ama D. B.’nin anlattığı Hamlet değildi o. Üzüntülü, başı dertte olan bir herif değil de sanki muhteşem bir general gibiydi.’

Konunun aslında uzatılacak çok noktası var çünkü Holden’ın kitapta tespit ettiği sahtekârlar bunlarla sınırlı değil ama genel bir çerçevesini çizmek için tüm bu saydığımız sahtekârlar iyi birer başlangıç. Kitap okumak öyle kişisel bir yolculuk ki o zamana kadar hayatın size verdikleri ve sizin hayattan aldıklarınız, elinizdeki metini nasıl yorumlayacağınızı da belirliyor. Belki bir başkası bu kitabı anlatmak için en uygun tek kelimenin başka bir kelime olduğunu düşünüyordur ve eminim en az benimkiler kadar güzel ve akla makul gelen nedenler sıralayabilir. Bu başka bakış açısı da dinleyende yeni pencereler açabilir. Umarım benim kelimem ve nedenlerim de size irili ufaklı birkaç pencere açar.