Röportaj: Selma Sonat

Selma Sonat, eşi Umur Özlüer ile birlikte kurduğu Marmaris Kali Merhaba Derneği’nde beni kabul ediyor. Selma Hanım’ı çini boyarken yakalıyorum, elindeki işini bırakarak beni büyük bir enerjiyle karşılıyor. Biz Selma Hanım’la röportajımıza başlamadan önce ve röportaj esnasında Umur Bey’in ilgisi de beni derinden mutlu ediyor.

Öncelikle Selma Sonat’ı kısaca hatırlayalım.

1946 yılında Eskişehir’de doğdum. İlkokulu babamın görevinden dolayı Malatya’da başladım. İkinci sınıfı Eskişehir’de okudum. Sonra da İstanbul’a geldim. İlkokulu İstanbul’da bitirdim. Beşiktaş Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Konservatuvar bale bölümüne gittim. 12 yaşımda Şehir Tiyatroları çocuk oyununda sanat hayatım başladı, on sene öncesine kadar hiç durmadan tiyatro, sinema, seslendirme yaptım. Tabi bunlardan en önemlisi tiyatro benim için. Sırasıyla İstanbul Şehir Tiyatrosu, Eskişehir Belediye Tiyatrosu, Ankara Devlet Tiyatrosu, Oraloğlu Tiyatrosu, Gazanfer Özcan & Gönül Ülkü Tiyatrosu, Devekuşu Kabare, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu ile çalıştım. İşte Selma Sonat .(gülüşüyoruz)

Oyunculukla ilk defa nerede tanıştınız?

İlk defa 12 yaşımda Şehir Tiyatroları yönetmeni (telefonu çalıyor ve kızları Damla Özlüer ile konuşuyorlar.) Ferih Egemen geldi altı çocuğu oyunda dans etmeleri için seçti. O altı çocuktan biri de bendim. Bizim dans provamız bitince tiyatronun provası başlıyordu. Yaşıtlarım işi bitince fuayeye çıkar oyun oynarlardı. Ben oturup provayı sahne arkasından karanlıkta izlerdim. Bir, iki, üç, beş… O yaşta bir çocuğun karanlıkta oturup bütün oyunun provasını seyretmesi yönetmenin dikkatini çekti. Bana çok büyük bir şans tanıdı ve o oyunda ben çok küçük de olsa bir rol oynadım. Tiyatro ile tanışmam bir provadır, sahnede hiç seyretmedim. Balerin olmak istiyordum, bütün isteğim buydu fakat on iki yaşımda seyrettiğim o prova benim hayatımı değiştirdi ve ben tiyatroyu tercih ettim.

Türkiye’de sinema ve tiyatroyu nasıl buluyorsunuz?

Altmışlı yıllarda teknik elemanların kalitesi yokken o insanların sıcaklığıyla inanılmaz şahane filmler çekildi ve hâlâ bu filmler seyrediliyor. Bir dönem sinema şarkıcı, türkücü ve seks filmlerine döndü. Türk sineması yok oldu. Son senelerde bütün o teknik elemanların yenilenmesi ve Avrupa ayarında olmasıyla Türk sineması tekrar başladı. Ben Türk sinemasının yapılan her kaliteli iş gibi yapılan kaliteli Türk filmlerini çok büyük bir keyifle seyrediyorum. Oyuncularımızı da o yabancı Oscar alan oyunculardan daha az görmüyorum. Zamanları az, senaryoyu aldıktan beş altı gün sonra başlıyorlar. Hele ki dizi olduğunda sette senaryoyu ellerine alıyorlar. Bu çok büyük bir başarı. Dışarıda ise bir, iki yıl öncesinden proje belli oluyor oyunculara senaryolar veriliyor, oyuncu koçlarıyla çalışıyorlar ve bu insanlar böyle Oscar alıyorlar veya bütün dünyada filmleri seyrediliyor. Biz bütün bu koşullarda onlara yakın işler yapıyoruz. Onun için ben Türk sinemasını küçümseyenleri çok küçümsüyorum.

Peki tiyatro?

Tiyatro günümüz hayat pahalılığı yüzünden geriledi. Altmışlarda biz Anadolu’da çok turne yaptık. Hakkari ve Sinop haricinde görmediğim bir yer yok. Gittiğimiz her yerde dolu salonlara oynadık. Belki çekirdek yerlerdi, çok tiyatro adabı yoktu ama ”seyircilerdi”. Sonra televizyon çıktığı zaman tam da sinemanın kötü dönemine rastladı, insanları eve bağladı. Anarşizm, terör olayları baş gösterdi. Hayat pahalılığı ve ekonomik zorluklar olunca insanlar ne tiyatroya ne sinemaya gider oldular. Tiyatroda büyük bir prodüksiyon yapacaksan bunu özel bir tiyatronun yapması mümkün değil devlet tiyatrosunun görevi büyük prodüksiyonları halka sunmaktır. Özel tiyatroların görevi de halkı eğlendirirken eğitmektir. Bence tiyatro görevini yapıyor ama seyircisi ve salonu az. Altmışlarda en küçük salon 600 kişilikken şimdi 30-50 kişilik salonlarda hatta apartman dairelerinde tiyatro yapmaya çalışılıyor. Biz Devekuşu’nu oynarken 1200 kişilik salona oynuyorduk. İstanbul’da turnelerde 3500-4000 kişilik açık hava tiyatrolarında, kapalı spor salonlarında oynuyorduk. Şimdi bu seyirciler maalesef yok, kayboldular. Ama bunu sadece televizyona yüklemek yanlış. Salonların kapanması çok büyük etken ve tiyatro dediğin öyle 3-5 liraya girilebilecek yer değil. Bir bilet 30 lira, 4 kişilik bir ailenin evinden çıkıp tiyatroya gitmesi ve evine dönmesi neredeyse bir memur maaşının yarısı eder. O yüzden insanlar tiyatrodan ayaklarını kesmek zorunda kaldılar.

Ne yazık!

Aynen.

RTÜK ün gereksiz sansürlerini nasıl buluyorsunuz?

Bu sansürlere çok alıştım ben, TRT ile çok uzun yıllar iş yaptım. TRT ile ilk tanıştığımda 74 senesiydi, tek kanaldı. Sansür hep vardı. Çok anlamsız şeylere, yeni Türkçe kelimelere sansür konurdu. ”Tecavüz” kelimesi çok ayıpmış gibi sansüre takılırdı. RTÜK, TRT’nin sansür anlayışının bir devamı. Tabii halkı çok rahatsız edecek şeylere sansür konmak zorunda. Çünkü insanları rahatsız etmeye kimsenin hakkı yok. Fakat canlı yayında insanın ağzından bir şey kaçıveriyor, bunun için kanala ceza verilmesi ya da kanalın kapatılması anlamsız geliyor. Hele internet varken ve beş yaşındaki çocuğun oturduğu bir şeyse bilgisayar, orada da sansür yoksa, onlar zaten her şeyi görüp biliyorlarsa bu televizyonda yapılan sansürler anlamsız geliyor.

LGBTİ ve Onur Yürüyüşü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Geçen yılki Onur Yürüyüşü’ne ben de katıldım elimde pankartımla. Bu yürüyüşlerin tümüne insanların niye mani olmaya çalıştıklarına zaten anlam veremiyorum. Sonuçta biraz bağıracağız, çağıracağız, yürüyeceğiz, rahatlayacağız sonra dağılacağız ama üstümüze polisler gelince, gazlar sıkılınca etki-tepki meselesi oluyor. İki taraf da yükselince hiç hoş olmayan manzaralar ortaya çıkıyor. Tabii ki yürüyecekler, tabii ki hakları var ve tabii ki haklarını duyurmak zorundalar. Hayatları çok zor, içlerinde çok azının hayatı çok iyi olabilir ama çoğunun hayatı çok zor. Ben İstanbul gibi büyük bir şehirde Taksim’den taaa Şişli’ye kadar kar, kış, kıyamet yollarda, başlarına ne geleceği belli olmayan bir sürü insan görüyorum. Onları alıp da bir iş yerinde çalıştırmıyorsan, onları sen sokağa atıyorsun “Buyur bunu yap!” diye. Ama bu adil bir şey değil. Bunun için, haklarını duyurmak için yürümelerinde hiçbir mahsur yoktur. Bu sene Marmaris’te idim. İstanbul’da olsam yine katılırdım. İnsanlara o yasak, bu yasak diye gaz sıkmak alışkanlık hâline geldi. Hiç anlaşılır bir şey değil.

Şimdiye kadar yer aldığınız projelerde sizi en çok etkileyen rol hangisi oldu?

Onu öyle bir tane ile sınırlayamam. Tiyatroda oynadığım rollerin hepsini severek, isteyerek oynuyorsun. Keza sinemada da öyle. 90’larda Karşı Şov, o zamanlar sen dünyada yoktun  (gülüşüyoruz) , son derece ayakları yere basan, kara mizah bir programdı, Türkiye’de ne kadar çarpıklık varsa skeçlerde mizahla anlatıyorduk. Çok keyifli bir işti. En çok da etkilendiğim rol diyelim, ben 18 yaşımdaydım Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum oyununda Macar İhtilalinde 17 yaşında hapse atılıp 18 yaşında idam edilen bir genç kızı oynamıştım. O rol beni çok etkilemişti. Hem yaşım birebir uyuşuyordu hem altmış ihtilalini görmüştüm, gördüğümde çocuktum herhangi bir şey olmadı bana ama haberlerden, insanların konuşmalarından etkilenmiştim, her gece salya sümük tiradımı oynuyordum.

Ali Poyrazoğlu ile oynadığınız ”Oğlum Çiçek Açtı” dan söz edelim biraz.

Çok eğlenceli bir oyundur. Ali ile ben ikincisinde oynamıştım o oyunun. Eşcinsel olduğunu öğrendikleri çocuklarının karşısında aldıkları tavırla ilgili anne ile babanın. Hatta baba oğlunu ”erkek” yapmak için eve para ile tutulmuş kadın getiriyordu. Finalde de herkesin bu dünyada yaşama hakkı olduğu, herkese saygı duyulması gerektiğine dair tirat atıyorduk. Bence her zaman oynanması gereken bir oyun. Çünkü seyirciyi hem güldürüyordu hem de eğitiyordu.

Gerçekte de o rolde olsanız, oğlunuzun ya da kızınızın eşcinsel olduğunu öğrenseydiniz ne yapardınız?

Kesinlikle yanında dururdum. Önce bir üzülürdüm, onun şokunu yaşardım – bunu yaşamam diyene inanmam- ama yanında dururdum. İtmezdim, atmazdım, destek olurdum ve yanında dururdum. Çocuğunu bu şekilde kabul etmeyenler çok olabilir ama kabul edenler de olur.

Bundan dolayı kutluyorum sizi. (gülüşüyoruz ve teşekkür ediyor.)

Homoseksüel karakterlerin komedide kullanımı sizce seyircide farkındalık yaratıyor mu yoksa gülüp geçiliyor mu?

Gülüp geçiliyordur, çünkü Laz’ı da kullanıyorsun, Arnavut’u da kullanıyorsun, Arap Bacıyı da kullanıyorsun güldürüde. O zaman onlara da farkındalık yaratıyor yani, öyle bir şey yok bence. Ben bir trans bireyi oynadım sahnede Geceler oyununda ve Metin beni gördüğünde sahnede ”İşte benim de şansıma düşene bak!” dediği zaman alkış aldı, gülünüp geçildi. Bana yolda “Sen neden travestiyi oynadın?” ya da “Aaa ne ayıp!” demedi. Ama belki de daha çok oynansa, daha çok insanlara sunulsa daha normal karşılamaya başlayabilirler. Göstermek gerekiyor.

Amerika’daki ”evlilik eşitliği” yasası çıktı. Bu yasa aynen Türkiye’ye gelse sonucu sizce ne olurdu?

Burada sonucu çok büyük olurdu. ( gülüşmeler) Burada sonucu düşünemiyorum bile. Ne bileyim ama bir sürü bizim eşcinsel arkadaşımız çıktı televizyonda, röportajlarda ”Biz üçüncü cinsiyetiz.” dediler, çok da fazla bir şey olmadı. Yine oyunlarına gidildi, yine onlara elbise diktirildi, menajerlik yaptılar yani bunlar önümüzdeki örnekler. Önce biraz vıdı vıdı ederler sonra alışırlar kabullenir giderler. Bu böyledir, insan hafızası balık gibidir, sonra onlara niye kızdıklarını bile unutabilirler.

Eski tiyatro, sinema ortamı mı, şimdiki mi?

Aslında eski ile şimdiki arasında hiçbir fark yok. Yine gidiyorsun sabahın köründe, makyajın yapılıyor, geçiyorsun kameranın karşısına oynuyorsun veya gidiyorsun provanı alıyorsun ve seyircinin karşısına çıkıyorsun, oynuyorsun. Şu oldu: Eskiden sokaklarda çalışırken seni rahat ettirebilecek araç yoktu. Şimdi karavan koyuyorlar. Sen karavanda oturuyorsun makyajın orada yapılıyor, sokak ortasında olmuyor. Eskiden ekmek arası kumanya verilirdi, şimdi yemek şirketleriyle çalışılıyor. Ama sonuçta yapılan iş yine aynı. Şimdi aynı işi çok insan yapıyor, eskiden daha az insan vardı. Sanat yönetmeni var, kuaför beş tane, reji asistanı yedi tane, kalabalık bir sette çalışıyorsun o kadar. Ben öyle bir farklılık görmüyorum, sadece küçük farklılıklar.

Lezzet olarak aynı mı?

Değil, eskiden bir set ortamı aile ortamı gibiydi. Çünkü ailenden daha çok sette vakit geçiriyorsun. Şimdi o kadar kalabalık olunca insanlar birbirleriyle ancak gerektiği kadar iletişim kurabiliyorlar. O yüzden eskiyi tercih ediyorum.

Şimdi benim yaşlarıma doğru çıkalım biraz. Çılgın Bediş’i tekrar çekiyoruz deseler ?

Çılgın Bediş, evet, fenomen artık. 96 yılında 2,5 3 yaşındaki çocuklar çok seyrediyorlardı.

Yani ben, 94 doğumluyum. Sizinle ilk orada karşılaştım ve şimdi bile o esintiyi alabiliyorum.

Eminim öyledir. O benim belki de 60- 70 inci projemdi. Şimdi çekerlerse tekrar oynarım, çok farklılık var mı yüzümde, gözümde?

Ben sanmıyorum.( gülüşüyoruz)

Çağırırlarsa oynarım. Ama Yonca olacak, ama Sinan olacak, ama Selahattin olacak, o aile olacak. Çünkü o aileyle biz gerçek bir aile gibiydik. Beyaz ekran donuktur çoğu dizide bunlar görülmez ama insanlar gördü bizim o mutluluğumuz seyirciye geçti. Çılgın Bediş hiç öyle olmadı çok sevdiler. Biz de onları çok sevdik.

Merak ettiğim bir şey daha var. Selçun Bey de aynı dizide oynuyordu anne-oğul olarak evde, sette rol çatışması yaşadınız mı?

Selçun’la bizim Çılgın Bediş’te çok sahnemiz olmadı. O yüzden sorun yaşamadık. Selçun’la Küçük İbo’da anne-oğul u oynadık. Arada ukalalık ederdi ki ben hiç sevmem laubaliliği. Öyle yaptığında anneliğimi ortaya çıkartıp iki çimdik atardım.

Röportajımı kabul ettiği ve beni ağırladığı için Selma Hanım’a ve Umur Bey’e teşekkürlerimi sunuyorum.

Röportaj: ispanakliborek
1. Sayı

1. Sayı

Okumak için tıkla

İndirmek için tıkla

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 1. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.