boyAlikus yazdı: Benim adım Cumartesi

Günlerden Cumartesi, kahvaltım bitti. Telaşla giyinmeye çalışıyorum lakin hiç de öyle kolay olmayacak; gideceğim yer kayıplar meydanı. Oysa her ölünün mezarı olmalı; acılı yürekler toprağı sularken, taşına dokunurken avunabilmeliler lakin onu bile çok gördüler! Nasıl gideceğim orada nasıl bulunacağım utançla, insan olmanın ağırlığıyla, an be an eriyen insanların çaresizliğiyle, örselenmişliğine şahit olmak, sonra da sırtımı dönüp hayatıma devam etmek ve bu yükle yaşamak ne acı…

Giyinirken kendimle kavgaya tutuştum; niye süper güçlerim yok, sorumlularını eciş bücüşe yada lağım faresine ( farelerin bile habitatta, doğal hayatın döngüsünde yerleri var oysa ki) çeviremiyorum ait oldukları yere yollayamıyorum, neden? O heriflerse sadece öldürmeyi, hayalleri, yuvaları yıkmaya yarayan acımasız pislik çuvalları! Yola koyuldum. Sanki hava ruh halimin ikizi yahut daha da ağır tabirle; açsın mı kapasın mı karar verememiş fahişe gibi. Binalar yollar ve sokaklar ne çirkinmiş keza insanlarında onlardan ayrı kalır yanı yok. Pigme kimisi, adam irisi öbürü lakin işkembeleri iyi doldurmuşlar oldukça belli. Afet yürüyor önümde hasbamın eteği de pek uzun heriflere sadece donun rengini hayal etmek düşüyor pek yazık. Yollar da yıllar gibi bitmek bilmiyor. Önümde genççe çift çene çalıyorlar tabiri caizse saçlarını papağanlar görse kıskanır o derece renkli (başka zaman olsa harika derim) tayt üstüne şort ve dekoltesi ben buradayım diyen body giymiş hatun. 2 metre kadar önlerindeyim şimdi, konuşmalarını duyuyorum istemeden.

“Alırsan 2 tane al” diyor çocuk. Sanırım alışverişe çıkacaklar diyorum kendime.
Kadınların bacak arasına girmekle ilgili küfürle ve öfkeyle cevap veriyor kız. “Miktir git, 2 tane alırsam ağır geliyor.”
Çocuk “Madem eğleneceğiz kafalarımız rahat olsun” diyor.
Neyse bunların derdi başka boş ver! İçimden kıza; 2 tane al önce çocuk sonra da sıra da kim varsa diyorum… Battıkça batıyor yollar, her şey. Normal zamanda evimden Taksime yürüyerek 10 dakikalık yol oysa, bugün ise dünya çevresinde seyrü sefer eğliyorum sanırsın. Ahhh Taksim Meydanı! Gezi park kalsın diye ne canlar verdik, kanlarımız aktı, kanlarımız üzerine beton dökmüşler sonra da asfaltla da kuş kondurmuşlar. Selamlar Vali Bey!
Meydan çiçek çocukları olmadan olmaz elbette, cm başına bir kolluk kuvveti düşüyor, keçinin sevmediği ot misali… Başımı sola çeviriyorum “AKM polis karakolunu” ,Türk bayraklarıyla kamufle etmişler cinayet mahallini temizleyen katil misali… Çiçekçiyi mi dövsem dedim. Herif; “Abla hediye paketimi olsun, yoksa şu minik ve mis gibi kokulu olanlarından mı” dedi karanfiller için. He anam! Düğüne mi gideceğim, kıyafetlerimi görmedin mi be herif? En sade, gören gündeliğe gideceğim sanır; utandım da böyle giyindim. Üzerimde yaşam belirtisi olmasın istedim, matem evine neşe ve canlılık mı götürecektim ki?

Saat 12:00 ve gideceğim yere metreler var. Üzerime çöken ağırlığın ve acının tarifi yok, sanki tüm kayıplar yahut dünya omuzlarıma binmiş. Hızlıca aldığım fazla karanfilleri yerde oturan bazı annelere verdim ellerini öperek, gölge gibi ama herkesi selamlayarak arkaya geçtim. Nasıl tanıdık yüzler anam gibi yahut üst mahalleden Hacer Ana gibi… Gözlerim alışmaya başladı çevreme bakınırken, yoktu biliyordum (Cemil’ini bulamadan ölmüştü 3 yıl kadar önce ) lakin Berfo Ana’yı gördüm olduğu gibi, sanki hiç kalkmamış yerinden yahut hep ordaymış da ancak alışınca gözümüze görünüyormuş gibi. Nur gibi yüzüyle hiç olmadığı kadar canlı, her çizgisi çekilen acının eseri,33 yıldır ağlamaktan kuruyan göz pınarlarının kırmızısı, elleri Anadolu’nun çorak toprakları gibi buruş buruş. Dün gibiydi diyordu anlatırken; askerler gelmişti, sonra Cemil’i götürürken; Cemil “Anamm” dedi, Berfo Ana da “Oğlummm…”
Sessizlik çöktü, zaman durdu, hayat durdu, dedi. Lakin umutlar hiç dinmedi, bekleyiş hiç durmadı. Kışlar geldi, yazlar geçti derken seneler seneleri kovalamadı. Her şey değişti yıllarla beraber yüzler değişti sadece evlat özlemiyle yanan ananın acısı dinmedi! Gidenlerin ardından duran zaman, Senelerin etkisiyle beliren izler kaybedilenlerin yokluğu senden seni alırken sana da sessizliği veriyor. Yaprak kımıldasa, it ulusa, yerinden fırlıyorsun;

-Cemil geldin mi? Açıktın mı, çorbayı ısıtayım mı?

Olur da ansızın dönerse diye ilk söyleyeceklerini bile ezberliyorsun, yatağın artık kapının hemen dibinde, kazaklar alıyorsun kış sert geçecekmiş, diyorlar… Elin böğründe bekliyorsun, el açıyorsun Allah’a ya evladım gelsin ya da beni de al diye! 30 Ağustos Dünya Kayıplar Günü (Antlaşmalara imza koymayan ülkeyiz, kim bilir belki de yükümlüklerinden korktuğumuz yahut ayıbımız nedeniyle) bugünse Cumartesi Anneleri’nin 492.ci haftası! Neredeyse 10 sene oldu diyor, Berfo Ana;yavaş yavaş azalan sesiyle (o yaşta; yaz, kış demeden her hafta tam 10 sene) kimler yoktu ki aramızda kayıplarını arayanlar, desteğe gelenler, ne umutlarla devam ettik oğullarımızı, kızlarımızı, kocalarımızı aramaya, diye devam etti. Destek deyince aptalca çevreme bakındım taş çatlasan 200’ü bulmazdı olanlar, destekçiler desen 50 hadi 100 diyelim. Bu kadar mı kaldık? İnsanoğlu, insan yanımıza ne oldu kediye mi kaptırdık? Artık Berfo Ana’ya bakamıyordum utancım(ız)ı, ezikliğimi anlamıştı sanırım geldiği gibi kayboldu ansızın. Kim bilir kavuşmuş mudur kara gözlüsüne yahut yaşının üzerine yılların yüklediği acı?
Gene zamana döndüm; ansızın çevreme bakınıyorum yüzleri, gözlerdeki ifadeleri okumaya çalışıyorum. Genç, yaşlı, er kişi ve avrat demeden dikildik karşınıza dimdik! Aldıklarınızın bıraktığı boşluğu dolduran acıyla, hınçla betondan daha da sert, katliamlarınız karşısında ilk hafta derken yüz hafta gerekirse, binlerce hafta duracağız. Vazgeçmedik vazgeçmeyeceğiz sonunda kazanan biz olacağız. İlden ile, elden ele dolaştı kavgamız. Öfkemiz, acılarımız nefes gibi dolaşacak, ta ki istediğimizi alana kadar, der gibiydi kalabalık…

Oradaydım, yaşadıklarım sadece bir günüydü. Adım(ız)a yeri dibine girdim. İstedikleri sadece bir omuz, acılarına yoldaş, seslerine ses. Orada olmaktan daha önemli ne olabilir ki sefil hayatlarımızda? Ancak kaybedince mi anlayacağız acılarını, hep ateş düştüğü yeri mi yakacak? Omuz olalım mı, her şeyimizi (İNSANLIK ve VİCDAN) kaybetmeden önce? 3000’e yahut 30000’e taşıyamaz mıyız? Mikroskopla bakın belki de bir yerlerde hala insanlığa ait değerleriniz kalmıştır!

Dünya Barış Günü! Bizim coğrafyaya hiç uğramayan, acep unuttu mu buraları ki unutursa da hiç şaşmam neredeyse medeniyetlerin kurulduğundan beri hep savaştığımız için! Umutla gene de barış dolu günlere diyorum.

Not: Bu yazıyı 2 sene önce yazmıştım, yeniden gündeme taşıma sebebimse; her gittiğimde daha da azalan bir kalabalık görmek canımı yakıyor… Arada, ordaydım demek için gelenler veya programları uyan vekiller yahut ünlüler olmazsa; sen, ben ve bizim oğlan! Kadro bu kadar! Oysa orada kemiklerini aradıklarımızın çoğu, bu toprakları ve bizleri bizden çok sevmişlerdi öyle ki uğrunda ölecek kadar; yollarından giden nice ölecek diğerleri gibi! Ya da hiç suçları olmayan öyle çok insan var ki, sebepsiz yere öldürülen, varlıkları silinen! 21 yıl önce Mardin Dargeçit’te yok edilen 13 ve 16 yaşında 2 çocuğun kemikleri bulundu. İki çocuk, acep DEVLET için nasıl bir sakınca teşkil ettiler; devleti yıkmak için nasıl haince bir plan içindeydiler? Aileleri adına büyük sevinç, onların artık bir mezarları var; yüreklerini soğutacak bir mezar taşları…

5. SAYI
HOMOJENOkumak İçin Tıklayın!
İndirmek İçin Tıklayın!