Konuya genel tanımla başlamak daha doğru olacaktır.
Özgürlük: Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, diye tanımlanabilir`; lügat anlamıyla… Yahut genel kabul görüş olarak, karşındaki kişinin özel alanını ihlal etmeme veya onun özgürlüğüne müdahalede bulunmama da denilebilir, ben buna kendin için istediğin özgürlüğü karşındakine de istemeyi de eklemek isterim. İşin içerisine felsefeyi katmak istemem lakin ille de felsefik tanımalarına da bakmak gerekirse; “kendi hareketlerini kontrol edebilme niteliği“ dir, kullanılacak en kısa tanımı…
Benim üzerinde durmak istediğim daha çok günlük hayatımızda yahut kişisel hayatımızdaki iz düşümleri, önüne konulan ketler ( istemli/istemsiz), ve özgürlüğü ne derece istediğimiz veya uğruna bedel ödemeye ne derece hazır olduğumuz… Korkulmasın lütfen akademik bir yazı okumayacaksınız ayrıca akademik bir ciddiyet beni de aşar, yetkin hissetmemekle alakalı değil, akademik yazıları okumak beni de sıktığı için. (tebessüm etmek serbest)
Misal, özgürlüğün önündeki en büyük engel; ketler(sınır çekme/engel koyma), bunu kabul görme, olumlanma adına bizlerde çok sık yapıyoruz. Bizim gibi 3. dünya ülkelerinde yaşıyorsan hele de totaliter rejimle yönetiliyorsan; ceberut devlet varlığını her şekilde hissettirir ” en kötü şekliyle , otokontrol yetiniz gelişir..!”
İyi bir sosyal medya kullanıcısıyımdır, aslında daha çok; kendini 140 karakter (!)i le ifade etme zorunluluğunun olduğu alan (sponsorumuz olmadığı için isim vermeyerek, reklamını yapmaktan kaçındım, zati sizde anlamamışsınızdır…) Neyse misal o mecra da, şöyle şeyler çok sık yaşanır; kendinizi yakın hissettiğiniz dostlar, ideolojik çevre ve elbette iktidarın soğuk nefesini ensenizde hissederek, yazdıklarınızı belki iki kez okumak yahut yanlış anlaşılmaktan korkup ( ket vurma ) silme eyleminde bulunursunuz… E, hani özgür mecra hani kişisel özgürlükler, elbet burada bir kimseye hakaret yahut iftira kampanyasından bahsetmiyorum. Daha çok şunu söylemek istiyorum; orası benim kişisel sayfam, ben orada espri yapabilmeliyim, dünya görüşümü, ideolojimi yansıtabilmeliyim ya da daha da uca götürürsek goygoy yapabilmeli belki de dolu dolu küfredebilmeliyim olmadı bel altı espriler yapabilmeliyim. (yazan bunların hepsini çok rahat yapıyor, tasalanmayınız… ) Ben, kendimle bir bütünüm, saç ayaklarından herhangi birisi denge de değilse, ben olamam; maskelerle yaşamak tamam da nereye kadar… Kimse her daim, duyar kasamaz ya da o an gündem yoğunsa ve kişi başka şeylere yoğunlaşmışsa( nefes alanlarımız olmalı) , bu onun duyarsız olduğunu göstermez ki..! O nedenle, arada bir sal gitsin, en fazla 3-5 kişiden (örgütsel ahlak/ tutucu kişilikler yahut kabullenilme kaygısı), negatif tepki alırsın. Özgürlüklerden bahsederken elbet önce kendimiz olmakla başlamalıyız, tabii ki, kin ve nefret kusmadan, işi faşizme ve holiganlığa götürmeden…
Özgürlüğün önündeki en büyük engellerden birisi de körü körüne bağlanma, biat etme ve savunduğumuz felsefenin yahut ideolojinin %100 doğru olduğunu kabul etme hatamızdır veya 150-200 sene önceki hallerine sıkı sıkıya sarılmak bizi daha iyi savunan değil, puta tapana dönüştürür. Hiçbir şey sorgulanamaz, tartışılamaz değildir, her şey tartışılmalı gerekirse revize edilmeli ( ki gerekir ), çağa ve güne ve de yaşanılan coğrafyaya göre şekillendirilmeli; yoksa savunduğumuz özgürlüğün önünde köhnemiş fikirlerimizle, statükocu tutumuzla en büyük engel bizler oluruz…
Hepimiz yahut benim çevremin çoğunluğu diyelim, toplumsal eylemlere katılırız, katılmışızdır. Canım daha olmadı, Gezi’nin ilk üç gününde kesin oradaydınız ve de onayladınız (ağır ironi yaptım kesin gülmeyi emrediyorum), burada şu vardır; tavuk oyunu oynanır (strateji ve savaş tekniklerinden bir terim; iki ergen , belirli mesafeden birbirilerine karşı araçlarını sürerler ve çarpışma noktasında ya çarpışılır yahut birisi direksiyon kırar, kıran korkak ve tavuk olur), her iki tarafta aslında oyunun sınırlarını yahut sonunu bilir, korkan taraf bizsek (halk) , devletin şefkatiyle okşanırız şayet barikatı aşabilirsek o zamanda devrim olur ki tadından yenmez… Devrim istiyorsak, devrime nasıl gidilirden öte; o devrimden sonra ne yaparız, geleceği nasıl inşaa ederiz bunu planlamalıyız. O yetkinliğe sahip miyiz..! Yoksa her barikatın ardı bir gün devrime açılabilir lakin bizim gibi ülkelerde hedef sadece günlüktür, 3 gün sonrasına dair fikrimiz yoktur şayet öyle olacaksa, belki de kitleleri peşe takmamak en iyi çözümdür kim bilir ki…
Şimdi zurnanın son deliğine geldik, özgürlük diyoruz ve özgürlük istiyoruz da; bilirsiniz ki emek olmadan yemek olmazmış, benim burada emekten kastım geri de bırakacaklarımız yahut sırtımızdaki kamburdan ne derece kurtulacağımızdır…
Kapitalist sistemler ve özellikle de ülkemizdeki sağ iktidarlar ve de bilhassa şuan ki hükümet varlığını sürdürme yolu olarak; kişiyi sisteme bağımlı hale getirmeyle (sınırsız krediler, kredilerle alınan evler, arabalar ve taksitler bla bla…), devamlılık kazandırırlar (genel savları, iktidardaki parti giderse, derin kaos, ekonomik istikrarsızlık ve elbette buna bağlı ” terör ”ün var oluşu. (bunu 7 haziran sonrası yaşadık! ) Bizler sisteme bu derece ayaklarımızdan prangalarla bağlıyken hak getire özgürlük talepleri… Böyle durumlarda da büyükler ( sistem/ devlet/hükümet) , bize yarı açık cezaevlerimizde havalanma boşlukları yahut bahşettikleri adına belki de özgürlük denemeyecek küçücük tavizler verirler ki, biz garibanlar oyalansın; tebaa kendini “özgürmüş gibi” sansın…
Son zamanlarda sosyal mecraya yasak getirmiyorlar yahut yoğun bir baskı uygulanmıyor, bu bile aslında bize bahşedilen, burada gazımızı alarak sokağa çıkmanın önüne geçme yahut çıkılırsa bile zati, ruhsal mastürbasyon yaptırılarak; olası sokağın ateşinin önünün kesilmesi diye yorumluyorum. Sosyal medyanın, kullanıcıları sonsuz koruyacağını yahut hükümete direndiğini düşünmek bana biraz abesle iştigal gibi geliyor…
Bir trans tanıdığım var, bilinçli tercih olarak evsizliği seçmiş; bu özgürlüktür işte, sistemden olabildiğince paçasını kurtarmış. Kaybedecek şeyi olmayanlar sistem için her daim risk teşkil eder.
Sevgili Can Yücel’in de dediği;
“Bağlanmayacaksın hiçbir şeye;
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.”
ÖZGÜRLÜK, uzun, yorucu ve yalnızlıklarla dolu bir yol… Başarı da, mutsuzluk da senin, sorumluluklarını üstüne atacağın kimse yok (aile, patron, din, eş ve sistem/devlet ), tökezlediğinde kimseye el uzatmayacaksın, öğretilmiş çaresizliklerden kurtulacaksın ( çok güzel bi video izlemiştim; camları olmayan bir balkon kapısının bir tarafında köpek, diğer tarafında sahibi var, sabihibi camsız bölmeden defalarca diğer tarafa geçiyor lakin köpek her seferinde kapının açılmasını bekliyor…) , ben prangalarımızı öğretilmiş çaresizlik gibi görüyorum… Sorunu ve çözümü bildiğimiz lakin adım atamadığımız ”öğretilmiş çarezilik ” ile öyle sarmalanmışız ki, atılacak adım var mı; orası da ayrı muamma.
Bunca özgürlükten bahsetmişken, bu yazının yazıldığı dönemin en başarılı eylemi ve eylemcisine de bir SELAM yollamak , boyun borcu!
Korunaklı saraylarınız vardır, cam fanuslarda yaşarsınız; derken bir kadın çıkar ve ”ÇOCUKLAR ÖLMESİN !”, der sadece bir magazin programında. Gerçeklerin er ya da geç, hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkma gibi bir gücü vardır; ırkı, dili yahut dini ne olursa olsun, kalbimin doğusunda kavruk renkli ÇOCUKLAR ÖLÜYOR..! Selam olsun, Ayşe öğretmen! Bütün ”teröristler” seninle!