Tuttuğun senin olsun a cânım, aşk bırakmaktan geçer
“unut oğlum, acır” dedin, oysa unutulmaktı ecel.
Elimden uçurmadığım, bana kalan o küçük çocukluk hayali gibiydi ilk fotoğrafını gördüğümde hissettiklerim. Sana olacak olan aşkımdan korktum ve sessiz kalmak istedim. Ama ben ömrü hayatımda böyle teslimiyet görmedim. Hiç tanımadığın biri gecenin bir vaktinde, uykunun en derin olduğu anda uyandırdı mı seni? Elin ensende onun nefesini aradığın oldu mu? Sağından soluna acaba dedin mi? Sana da hiç beni tanıyormuşsun gibi geldi mi? Ama gece uzun ve şarap eksik. Çıkarsam sabaha bilirim ki hiç ölmedim, başımı yastığa koyduğumda düşlediklerim yüzünden…
Gözlerin… Hayalimin neden hayal olarak kaldığını düşünmek istedim, düşünemedim. Şarabım yoktu. Ta ki gözüm, odamın bir köşesindeki tozlu bir dip rafta, hayalim gibi yıllardır saklayıp içmeye kıyamadığım o şişeye çarpana kadar. Nereden aldığımı dahi hatırlayamadım. Yoksa hediye miydi? Neyse, en azından artık şarabım vardı ve gözbebeklerimde senin resmin duruyordu. Yerimden doğrulup aldım elime, tozlarını üfledim üzerinden, kalemliğimin vaz geçilmezi tirbuşonumu elime al…
Saplamalı mıyım?
Bu kararı vermek neden bu denli zor geldi, of, soru soru soru, “aç hadi şunu!” …kendimle mücadele ederken uyuyakalmışım. Uykumdan uyandım. Yine… Koşarak oturdum sandalyeme. Oda kapkaranlık ve aşırı sıcak… Günüm o kadar kargaşa doluydu ki rüyamda kırmızı bir koridorda yürüyordum. Oradaki yalnızlığım şu an odamda. Tek isteğim sana yazmak çünkü o yalnızlığı sen kırabiliyorsun sanki. Orada olman büyük güven ve bana bu hediyeyi ne zaman verdin hatırlamıyorum. Böyle olması çok hoşuma gidiyor ama. Bu sayede sana tüm hislerimi rahatlıkla anlatabildiğimi düşünüyorum. Mesela bir anım aklıma geldi. Soğuk karlı bir Kadıköy Moda akşamında bana son kez sarılır gibi sarılana bir çift lafım var. Madem o kadar çok sevdin de nasıl bu kadar kırabildin beni? Kendine değil miydi ihanetin en çok? Sen hiç kendine ihanet ettin mi? Ben 1 kere ettim ve çok yandım. Sana söz veriyorum eğer yapmadıysan bunu kendine yapmana izin vermeyeceğim. Eğer yaptıysan bunu tekrar etmene izin vermeyeceğim. Şimdi farkına varıyorum da şarabım olsa ne olacak? Sen yoksun ve ben cümlelerimin sonuna hep bir virgül koyuyorum. Yarım kalan hikâyelerim olduğu için;
Ve ben bazen 3 kara leke gibi yan yana noktalar bırakıyorum cümlelerimin sonuna, söyleyemediklerim için… Kimi zaman içime öylesine doluyor ki o tamamlanamamış cümleler, “acaba?” diyorum, “tamamlamalı mıyım, buna hala gücüm var mı?” Kafamın bu kargaşası içerisinde bir yerlerden o ses yükseliyor: Yine kendine ihanet edeceksin! Kendine gel!
…ama gelemiyorum ki
Ne kendime ne de sana gelemiyorum, mecbur kaldığım ve mecbur kaldığın o olmaz olası kırmızı çizgiler ayan beyan o kadar net duruyor ki karşımda. Ya ikimizden biri geçmeye kalkarsa o çizgileri? Ne olur, ne yaparım demekten kendimi alamıyorum. Tam da bu düşünceler içimde birbirine savaş ilan etmişken kulağıma bir haber çalındı açık unuttuğum yabancı bir haber kanalından:
“Bir gece kulübüne yapılan terör saldırısında elli kişi hayatını kaybetti.”
Bu kadar net, kısa ve basit bir cümleydi. Tüm düşüncemin benliğimin üzerinde hayatımın, hayatlarımızın ne denli ince rastlantısal ifadeler olduğu fikri bir kurşun gibi saplandı ense köküme. Tüm düşüncem temelden sert bir darbe aldı ve asla kimsenin yıkamayacağını sandığım o hatalar ile sertleşip çelikleşen duvar üstüme yıkılmaya başladı, tutamıyorum… Elli kişi… Sen… Ben… Kırmızı… Çizgi… Acaba… Uyku… Nefes alamıyorum… Sakin ol… Sakin… Sa… Gözlerin… Bu, çözülmesi zor olan bir bulmaca benim için. 40 satırlı hayatın 40. kuralı. Asla özleme. Özleme ki ağlamayasın. Ağlamak artık sadece gözlerimden gelen yaşlar anlamına gelmiyor uzun zamandır benim için. Ve gülmek dizmek değil sıra sıra 32 dişi yan yana… Ben başımı dizine koymadığım her zamanı değersiz olarak görmeye başladıysam demek ki, artık çok olmuş kendimi tuttuğum o kafesten firar edeli. Sen yine kendine hâkim ol. Ben düzeleceğim çünkü bu böyle gitmiyor. Açık havada geceleri yıldızlardan yüzünü çiziyorum göğe. Nerde kesildi bu yolculuğun bileti diye düşünmeden edemiyorum. Baş aşağı sallandığım ağaçlardan belki düşerim bir gün. O zaman aklım başıma gelir… Bana bir şey çal bu satırları okurken. Biz yorgun askerleriz. Anca müzik dinlendirir bizi, iyileştirir yaralarımızı. Biz gözden çıkartılmışız. Bir gece sadece eğlenirken bile ölüme yakınız. Böyle bir acınası hayatta acıtmayalım birbirimizi. Bu tek sözümüz olsun aramızda. Bir masa var seninle aramızda. Altından kaçamakça bacaklarına sürttüğüm diz kapaklarım sızlıyor… Çok hastalandım ama pes etmeye niyetim yok. Daha çok görülecek mucize var buralarda. Hayatımda ilk defa birisi yüzük parmağı ölçümü sordu. Dünyada beni çok şaşırtan bir şey olmaz derdim ama çok şaşırdım ve itiraf edeyim çok da mutlu oldum. O yüzden pes etmeye niyetim yok. Beni karşılıksız seven adamın karşısına arınmadan çıkmak istemiyorum. Bendeki bu arınma duygusu acıdan geçiyor. Bu öğretilmiş bir durum değil sanki baştan beri içimde olan bir duygu. Güzel zamanlarım hep en büyük üzüntülerimin ardından gelmiştir. O yüzden bendeki sabır taşı çatlatır. Sessiz kalmayalım. Sessizlik yakışmıyor bize… Bir günah işlemedik henüz…
Çaldığın şarkıyı hayal etmeye başladım bu kargacık burgacık, birbiri içine geçmiş, İstanbul’da bir metrobüs içerisinde ayakları yere basmadan seyahat eden yorgun bir asistanın bezmiş yüzü misali düşüncelerimden bir an sıyrılmaya çalışıp.
Nice günler, haftalar, aylar geçti ve geri dönüp bir türlü bakamadığım hayatımdan ne denli uzaklaştığımı bir akşam yemeği, heyecanlı birkaç saatlik sohbet, hazırlıksız yakalandığım davet ve sonucunda bir iki saatlik sevişmenin ardından tam kalbime gümüş bir kurşun yediğim an hissettim. Çok etkilendim, garip hayallere düştüm, hissettiğimin karşılığını alamayacağımı bile bile o tene dokunma hatasını yine yaptım, durmadan aynı şeyi yaşamaktan artık bıktığımı yanımda yatan sırta bir sarılma mesafesinde iken ne denli uzak olduğumu anladım. Tekrar. Sen yoktun.
Aslında iyiydim ben. İnsanlardan ve her şeyden uzakların uzağında yaşarken keyfim gayet yerindeydi, ne oluyor şimdi?
Aslında yok olan sadece sen değildin. Ben de yoktum. Yokluğumun o güzel meyvesini şimdi haftalarca sürecek o yürek erintileri, istediğim gibi sevilmemenin ya da senin sevdiğin gibi sevilmemenin verdiği o garip ruh kramplarını yine çekeceğim. Ülke değişti, dünya değişti, her şey alt üst oldu, bir ben değişemedim. Fırlatılıp – fırlatılıp aynı yere dönüveriyorum. Bir bumerang olmak yerine bir mermi olmayı tercih ederdim. Keşke mermi olmanın anlamını da bilmiyor olsaydım. Keşke hiçbir şey bilmiyor olsaydım.
Çok geç…
Artık biliyorum.
Daha da bileceğim. Son anıma kadar… Keşke bir başkası beni senin sevdiğin gibi sevmek için durup bir dikkatlice bakabilse… Sonu belli ucu kapalı hikâyelerle daha çok yorulacağım, buna hayat diyorlar sanırım. Son bir defa daha fırlatsan beni aşktan hayatın içine sertçe… Keşke…
Hazırlayan: Persona & Smyrnean
Bu yazı bir boşluk doldurma oyunudur. İki kişi tarafından, farklı zamanlarda kaleme alınmıştır. Smyrnean canımsın, ötesisin…
9. SAYI