Sinema tarihi için bir şölen olduğunu söyleyerek başlamak çok mu iddialı olur acaba? Sanmıyorum. Gerçekten bu iddiayı sonuna kadar hak ediyor. Gerek hikâyenin içeriği ki gerçek bir hikâyedir, gerekse oyunculukların üst düzey başarısı takdire şayan sanırım.
Hazırlayan: Yıldırım Şimşek
Biraz filmin künyesinden bahsetmek gerekirse; David Ebershoff tarafından yazılan The Danish Girl (2000) adlı romandan uyarlanan film, Danimarkalı ressam Lili Elbe’nin (gerçek adı Einar Wegener) sıra dışı yaşamını bizlere aktarıyor. Yönetmen koltuğunda Tom Hooper’ın oturduğu filmin çekimleri 6 farklı ülkede ve kırk dört günde gerçekleşmiş. Danimarka’da ünlü bir ressam olan Einar Wegener’i canlandıran Eddie Redmayne ve Gerda Gottlieb karakterini canlandıran Alicia Vikander gerçekten olağan üstü bir performans sergilemişler. Ülkemizde de 12 Şubat 2016’da gösterime girmiş olan film 15 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilmiş. Oskar ödüllerinde Eddie Redmayne ve Alicia Vikander’e adaylık getiren ancak sadece Alicia Vikander’in ödülle döndüğü törenden Eddie’nin boş dönmesinin tek sebebi Leonardo Di Caprio bana göre. Oskar dışında da Golden Globes ve BAFTA gibi birçok önemli yerde de adaylıkları ve ödülleri bulunmakta. Toplamda 73 adaylıktan 28 ödülle dönmeyi başarmış. Filmin ilk çekilmesi planlanan zamanlarda Nicole Kidman, Charlize Theron gibi isimler konuşulurken daha sonraki dönemde hem yönetmenin (Lasse Hallström) hem de oyuncuların değiştiğini biliyoruz. Acaba ilk düşünülen kadro olsaydı film bu kadar başarılı olabilir miydi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Filme gelecek olursak; 1926 yılında Danimarka’da yaşanır olaylar. Ünlü bir ressam olan Einar Wegener (Eddie Redmayne) erkek olarak dünyaya gelip Gerda Gottlieb ile bir erkek olarak evlense de kendisini kadın gibi hissetmektedir. Kendisi gibi ressam olan eşi Gerda’ya (Alicia Vikander) bir gün kadın model olarak poz verdikten sonra ikinci bir kişiliğe bürünmeye başlar. Bütün bu süreç, Wegener’in tarihte bilinen ilk cinsiyet değiştirme ameliyatlarından birinin objesi olmasına dek sürer ve ikilinin hem özel, hem de profesyonel hayatlarını geri dönülmez bir şekilde değiştirir.
Filmin bence en önemli mesajı nasıl doğduğumuz değil nasıl hissettiğimizdir. Einar bir süre kendisini kadın gibi hisseder ve en sonunda hissettiği şeye dönüşmek ister. Bu kendini bulma yolculuğunda Gerda’nın ona olan desteği bize bir yandan aşkın önemini ve gücünü gösterirken diğer yandan da insanın hissettiği gibi yaşamasının önemini vurgular.
Yaşadıkları elit toplumda bile kabul görme endişesi duyan Einar aslında günümüzde bile hala trans bireylerin yaşadıkları zorluklara da ayna tutuyor. Bu gerçek hikâyenin izleyicilerin önyargılarını biraz olsun azaltması ve herkesin hissedebildiği gibi yaşayabildiği bir dünyanın var olması dileklerimle…
İyi seyirler.
9. SAYI