muahhhh yazdı: Nuh’un Cruise’u

Bir an tabiat ananın dile geldiğini düşünün; artık milyarlarca insandan ve onu tahrip etmesinden bıkmış, üzerinde insana dair ne var ne yoksa yerle bir edecek. Şimşeklerin, yıldırımların, yağmurun ardı arkası kesilmiyor ve gök gürültüleriyle tabiat ana dile gelmiş şöyle diyor:

-Artık hepinizden, dünyayı tahrip etmenizden, beni cehenneme çevirmenizden bıktım; eşi benzeri görülmemiş bir sel getireceğim dünyaya ve hepinizi yok edeceğim. Sadece neslinizin devamı için her türden üremelerini sağlayacak bir erkek, bir dişi seçin, daha sonra bir gemi yapın ve çekin gidin artık.

Görüldüğü üzere başvuru şartlarında üreme şartı var ve böyle bir olay başımıza gelse biz LGBTİ’ler yine gemiye alınmayacaktık.

Bu ikinci yazıda bahsetmek istediğim şey evrim.

Tabi ki evrimin birçok ayrımı yapılabilir: Dillerin evrimi, dinlerin ve inançların evrimi, kültürlerin evrimi ve genel hatlarıyla ilk akla gelen biyolojik evrim.

Biyolojik evrimin en temel özelliği gen havuzudur; bir başka deyişle genlerin bir sonraki nesle aktarımı, yani üreme…

Aslında gaylar olarak ne kadar inatla yaşamaya çalışıyoruz, tüm tabiata ve her şeye kafa tutuyoruz. Böyle farazi bir olay gerçekten olsa elimizde “Trans candır.”, “Susma haykır, eşcinseller vardır.” dövizleriyle geminin önünde bekleşirdik herhalde…

Öyle ya da böyle bir şekilde dünyaya geldik, yaradılış teorisine göre zaten cehenneme gideceğimize bire bin basanlar var. Evrimsel olarak da olmamız ya da olmamamız arasında çok fark yok iken, herhalde bizim; bütün hayatımız boyunca zamanımızı, aslında bize tam olarak bu dünyada ne olduğunu ve ne olacağını anlamaya çalışmakla geçirmemiz çok normal.

Biyolojik olarak heteroseksüelleri kendi adıma daha şanslı görüyorum. (Bu şansın da onları çok daha renksiz, çok daha duyarsız ve tembel yaptığını da düşünüyorum.) Misal kadın doğurur, erkek vesile olur. Bu değişmez. Yani bizler eşcinsel bir erkek olarak, ne kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dilekçelerle gidip doğurmak istiyorum desek de tabiat hak ihlali yapıyor olsa bile, bir şey kazanamayız. Heteroseksüeller olmak zorunda oldukları şeyleri yaşarlar. Biz ise olmak istediklerimizi yaşarız, onlar doğuştan dayatılan hayatları yaşarlar, biz ise kendi seçtiğimiz hayatları yaşarız.

Bir kadının ve bir erkeğin, heteroseksüel veya değil doğasına baktığımızda aklımıza gelen tipik özellikleri, araştırmalar gösteriyor ki bizlerin kodlarından gelen tabiatın armağanlarıdır. Mesela bir kadın, tek eşliliği isterken aslında bunu kendi için istemez, yavrusu için ister. Birkaç dakikalık, eğer şanslı ve romantik bir erkekse birkaç saatlik bir heyecanın ürününü kucağına alır. Onu hayatı boyunca bırakamayacak, ona muhtaç olacak, aylarca karnında taşıyacağı bir bebekle ödüllendirilir. Erkek ise ertesi gün başka bir kıtaya taşınsa, hiçbir zaman bir çocuğu olduğunu bile anlamadan bu dünyadan göçüp gidebilir. O yüzden kadın erkeğin yanında kalmasını ister, bununla da yetinmez, hamileyken ve doğumdan sonraki uzun bir süre çalışamayacağını bilir ve erkekten ona bakabilmesini de bekler. Bilinçaltı onu o yüzden güzel yüzlü erkeğe değil, daha çalışkan ve maddi durumu iyi olan erkeğe götürür.

Erkeklerin kendilerinde eksik olmasını istemediği şey güçken kadınlarda güzelliktir. (İlginç bir şekilde yaşlandıkça erkek gücünü, aynı yaştaki bir kadından daha hızlı ve daha çok kaybederken kadın da aynı yaştaki bir erkekten daha hızlı ve daha çok bir şekilde güzelliğini kaybeder.) Kadın doğasında karşı taraftan daha çok ilgi ve şefkat beklerken erkek karşı taraf üzerinde daha çok gücünü göstermek, kendini ispatlamak ister. Bu sebepten kadın için aldatma, erkeğin başka bir kadınla yatmasından daha çok, başka bir kadına şefkat göstermesi ve âşık olmasıdır, kaldı ki başka bir kadınla sadece cinsel ilişki içerisinde olan eşini affedebilirken başka birine şefkat gösteren eşinin yanına bunu bırakmaz. Erkek içinse tam tersidir, karşısına geçip başkasına âşık olduğunu söyleyen eşine, gülüp geçebilecekken ya da üzerinde çok durmayacakken başkasıyla sevişen eşini affetmez.

Tabiat her yerde kendi kurallarını gösterir. Nitekim yazın sıcaklardan bunalıp daha çok terler, su kaybederiz. Ve o da ne, yazın yetişen meyveler sanki su ihtiyacımızı gidermemiz için daha suludur. (Karpuz, kavun) Kışın nezleden, gripten korunmak için daha çok C vitaminine ihtiyacımız vardır ve o da ne, kışın yetişen meyvelerde daha çok C vitamini vardır. (Portakal, mandalina)

Tabiat her yerde kendini gösterirken bu ibneleri kim niye unuttu ve evrim biz gayları neresine sokacak?

Tabiatın kuralları o kadar keskindir ki bunlardan çoğu hatta belki hepsi, din denen olguda ve toplum kurallarında yer edinir. Evlilikler, ahlak kuralları, sadakat ve daha birçoğu heteroseksüeller için bir yaşam biçimi değil daha çok bir zorunluluktur. LGBTİ’ler içinse bir yaşam biçimidir.

Örnek verelim; LGBTİ’ler görücü usulü evlenmezler. Çünkü zaten (miras, tayin hakkı, hasta ziyaretleri gibi siyasal durumları saymazsak) evlilik birbirini seven iki bireyle ilgili değildir. Doğacak çocukla ilgilidir. Çünkü çocuğun uyumlu bir ortamda büyümesi ve daha sonra da topluma zararlı bir birey olmaması beklenir. (Zira aile ortamı yeterince hissedilmeyen ailelerin çocuklarında toplumun normları dışında hareket sergilemeleri oranı daha yüksektir.) Oysa çocuk olmadığını düşünürsek herhangi bir çift, kimse önünde ve hatta Tanrı huzurunda yemin etmeden de beraberce yaşayabilirler. Son nefeslerine kadar beraber de olabilirlerdi.

Oysa evlilik LGBTİ’ler için -yine siyasal hakları saymazsak- bir zorunluluk değildir. Kimseye haber vermeden bile beraberce yaşayabilirler, üreme kaygıları yoktur. Bu LGBTİ’ler için bir seçimdir.

Şimdi bu durumlar iyi mi kötü mü, yararlı mı yararsız mı tartışılır. Heteroseksüeller kendi nehirlerinde akıp gidiyorlar. Sorgulamak ve anlamak zorunda olmadan. Oysa biz LGBTİ’ler sorgulamak ve anlamak zorundayız. Biz daha çok şey bilmek zorundayız. Bunu bir ego veya yerme duygusuyla söylemiyorum ama LGBTİ’ler o yüzden çok daha bilgili ve kültürlüdür, çok daha yaratıcı ve başarılıdır.

Heteroseksüeller kendi kültürel evrimlerini tabiatın zoruyla tamamlamışlardır. Evet tamamlamışlardır. Çünkü tabiatın kuralları değişmez. Her ne kadar çağımızda evliliklerin iki birey arasında değil, üç birey arasında yapılması tartışmaları olsa da (Bu tartışma bir Arap ülkesinde yaşandı sanıyorsanız yanılıyorsunuz bizzat Hollanda’da yaşandı.), bir kadının sırf kendi doğurdu diye çocuğunu sevmek ve korumak zorunda olup olmadığı tartışılsa da (Bu da bir Afrika ülkesinde değil, bizzat İngiltere’de yaşandı.) kurallar nettir. Bir yumurtayı bir sperm döller ve içgüdüsel olarak kadın çocuğunu, mantık sınırlarını bile hiçe sayacak şekilde korur ve sever.

Oysa LGBTİ’ler kendi kültürel evrimlerini henüz tamamlamamışlardır. Çünkü zaten LGBTİ gerçekliği ve kültürü tartışmaları daha yüz yaşında bile değildir. Çok değil henüz elli altmış yıl önce -günümüzde hâlâ dünyanın büyük bir kısmında- bunun üzerine konuşmak bile bir tabuydu.

Şimdi bize dayatılan her şeyden sıyrılmak zorundayız. Kendi kültürümüzü hatta daha fazlasını, kendi dinimizi oluşturmak zorundayız. Bunu kendimiz için değil, bizden sonra gelecek olanlar için yapmalıyız.

Tabiatı daha çok okumalı öğrenmeliyiz. Sadece tabiatta kendimizi bulup anlayacağız. Evliliği sadece istediğimiz için, kendi kurallarımızla, sadakati sadece istediğimiz kişiye kendi karakterlerimizle vereceğiz.

Yazının başındaki hikâyenin kendi kafamdaki versiyonuna dönersek. Bizi gemiye almazlardı ve bizde kendi gemimizi yapardık. İçimizden birinin de kaptana bağırışını hayal bile edebiliyorum.

“Bacım bunlar Cudi’ye demirleyecekmiş ayol, sen bizi Bodrum’a çek.”

3. SAYI
HOMOJENOkumak İçin Tıklayın!
İndirmek İçin Tıklayın!