Röportaj: Yaşar

20 sene önce sislerin arasından gitarıyla çıkıp gelen genç bir delikanlı vardı. İsyankârdı, tutkuluydu, söylemek istedikleri vardı, söylemeliydi, içinde tutamazdı… Tutamadı da, 20 yılda yazdı, söyledi, sevildi, çok sevildi… Posterleri duvarları süslerken, her kesimden ve her yaştan dinleyicinin istisnasız “Seviyorum onun şarkılarını, efendiliğini” dediği bir sanatçı oldu. Şimdi kariyerinin 20. yılında 10. albümünü bizlerle buluşturmanın heyecanını yaşarken, hepimizin hayatının her dönemine değen şarkıların sahibi Yaşar’la, gene başka bir büyük üstat olan dünyaca tanınan ressam Ertuğrul Ateş’in atölyesinde buluşup müzikten sanata, hayattan toplumsal olaylara her telden içten, dobra dobra, samimi bir söyleşi yaptık.

Hazırlayan: Tunca Tutkun

Öncelikle 20. sanat yılını kutlayarak başlamak istiyorum.

Teşekkür ederim.

 

Sanatçı Yaşar arkasına dönüp baktığında ne geçiyor aklından? Mutlu ve tatmin olmuş bir Yaşar mı, yoksa hala hedeflerine ulaşmak isteyen, daha içinde ukde kalmış bir sürü şey olan bir Yaşar mı var? Bu 20 yılı özetlemeni istesem?

Yapmayı isteyip başlayamadığım şeyler var. Ama başladığım şeylerin hepsini bitirdim. O anlamda aslında tatmin olmuş sayılabilirim. Albümlere başladım bitirdim, şarkılara başladım bitirdim. Düşündüğüm ama hiç başlayamadığım şeyler var. Yapmayı hayal ettiğim ama gerçekleştiremediğim. Mesela, Attila İlhan şarkıları yapmayı istemiştim o hayattayken. Olmadı, sonra o vefat edince hiç girmedim o işe. 2 tanesini biliyorsun, Beş Dakika Bekle Git ve Beni Koyup Gitme (Ağustos Çıkmazı), bu iki şiiri albümlere koydum da 10 tane daha var. 6 – 6 kaset döneminde düşündüğüm bir şeydi bu. 6 şarkı, 6 şarkı… Albümlere koyduklarımızı da ekleyerek bir albüm yapmak istiyordum, kendisine de danışarak, olmadı. Başlanamadı bile. Başlayamadığım için bitiremedim. Bu yüzden bu anlamda içimde ukte kalan bazı şeyler var. Ama başladığım şeyleri bitirdim.

Bir de belli bir zamandan sonra artık geç olduğunu düşündüğüm, bu saatten sonra artık yapmasam da olur dediğim şeyler var. Ama genel olarak tatmin olmuş sayılabilirim, çünkü Türkiye’de yaşayıp Türk diliyle 1990’ların ikinci yarısında müziğe başlamış ve bu şartlar içerisinde, iktidarın, gelen iktidarların sanat politikasını, bilhassa sağ iktidarların, yukarıdan inme, liyakat sahibi olmayan insanların ele geçirmiş olduğu bir sanat anlayışı, bir sanat piyasasında, böyle bir sanat lobisinin ve birçok şeyin içinde gene iyi bir yere geldiğimi düşünüyorum. Biraz bu ve buna benzer şeylerle savaşmaktan da yoruldum aslında. Onun için daha evvel yapmadığım, hiç başlamadığım şeyleri belki de hiç hayata geçirmeyeceğim. Öyle kalacaklar. Başladığım şeyleri bitirebildiğim için mutlu olduğumu düşünüyorum. Şimdi sürekli olan bir şey yapıyorum, o da sahneye çıkmak. Sahnede, şarkıların hikayesine, sorup dururlar bana, şarkıların hikayesi şarkı yapılana kadar sürekli olan bir süreç. Şarkı yapılıp bittikten sonra, albüm piyasaya çıktıktan sonra, sizlerle paylaşırken her gece yeniden yazılıyor aslında, ne hikayeler yazıldı bu kadar yıl içerisinde. O şarkıyı ben bir duyguyla, bir yerde, bir zaman yaptım, tamam, nasıl başladığına dair önemli bir şeyler olabilir ama ondan sonra her gün her dakika yeniden yazılıyor bu. Yani canlı bir şey, interaktif bir şey yapıyorum ben sanat yaşamımda. Sürekli yenileniyor. Yoksa konserlere insanlar gelmez, hep aynı şeyi söylüyorsun gibi olur. Ama böyle değil yani, her sefer değişen bir yapısı ve duygusu var ki bu kadar yıldır insanlar izliyorlar. Şimdi aktif olarak bunu yapıyorum.

 

Yaşar’da neler değişti neler aynı kaldı?

Yaşantım değişti tabi. Şimdi evli barklı bir babayım. Bir ailem var ve onu her şeyden daha önemli tutuyorum. En büyük değişiklik o.

 

Peki, bu durum üretime nasıl yansıdı? Evlilik üretimi durdurdu mu?

Durdurdu ve ben de böyle istiyorum galiba. Mesela benim fotoğraflarıma “huzurdan adam” gibi şeyler yazıyorlar. Dinleyenler bir huzur duyuyorlar benim şarkılarımda. E benim de ihtiyacım var. Ben herkese bir şey verirken, kendime de vermem gerekiyor. Böyle bir tarafı var. Hiç uğraşmıyorum, hiç elime almıyorum, hiç yeni bir şey yazmadım çok uzun zamandır.

 

Sanatçının bir şey üretmek için mutsuz olması gerektiğini düşünüyor musun? Mutsuzken daha mı fazla üretim oluyor dersin?

Mutsuzken demeyelim de, açken diyebiliriz aslında. Bir şeylere açken, bir şeylere henüz kavuşmamışken… Kavuşulmama duygusu, o hasretlik, umut, geleceğe dair yaptığın şeylerle ilgili umut, henüz olmamış, henüz dinlenmemiş mesela şarkı, henüz dinleyiciye ulaşmamış… O umutların gerçekleştikçe, bazı şeyler oldukça tatmin duygusu başlıyor. Ondan sonra da, bilhassa bizimki gibi bir piyasada isen çok yoruluyorsun ve artık o eski gücünle yeni bir şey üretemiyorsun. Ben çok uzun zamandır yeni şarkı yazmadım, yıllar oldu diyebilirim. Ama yıllardır bitiremediğim şarkılar da var. Onlara da başlamak istemiyorum. Yani oturup onları bitireyim diye. Mesela var öyle, menajerim Elif İzmir’in ‘Şu ne güzel bir şarkı bitirsene’ dediği şarkılar var.

 

Bu da öyle bir şey ki, başına oturulup bitireceğim diye de yapılmaz herhalde, hissetmek lazım, ben öyle düşünüyorum mesela.

Öyle de olabilir, niye olmasın? Girersin stüdyoya, iyi bir aranjörün vardır, bir şeyler çaldırırsın, onlar ilham verir. Sohbet bile veriyor, burada oturup bu akşamki sohbetler bile bana bir şeyler veriyor. Ama bunları kağıda dökme konusunda, benim çalışma ortamımı görsen, defterler, defterler, her taraf defter, fikir, figür, sözcük, şiir… Bir sürü şeyle dolu. Ama onları ele almak istemiyorum. Şöyle düşünüyorum. Bugüne kadar yaptığım şarkılar daha önce yapıp bitirmiş olduklarımın en iyileriydi ki albümlere koydum onları. Şu anda bitmiş olan ve albüme koymadığım şarkılar var, onlara sıra gelir mi gelmez mi ilerde, onu bilmiyorum. Yarım kalan bazı şarkılarım var, onları da ele almak istemiyorum çünkü çok yoruyor beni. Yeni bir şeyler yapmaya hevesim yok. Ben şu anda çok mutluyum şarkı söylemekten. Tatmin edici bir yaşamım var. Sadece şarkı yazarak tatmin olamıyorum.

20 yıla 10 albüm sığdırdınız, bakıldığında sizin albümleriniz arasında hep uzun aralar var ama hepsi de özel ve incelikli şarkılarla dolu albümler. Bu uzun araları vermek bilinçli bir tercih mi, müzik dünyasının şartları mı?

10 albüm artı bir sürü de konuk olduğum albüm var. Ancak o kadar zamanda çıkıyor gerçekten. Bazen gereğinden fazla uzuyor, o da bana bağlı olmayan şeyler yüzünden. Prodüksiyon aşamasındaki diğer kişilerin bazen tembelliği, bazen eşref vakti gelmemesinden dolayı yapmak istememesi, bazen ona ayırdığımız bütçenin harcanması ile ilgili problemler olabiliyor. Bana kalsa, ben tek başıma yapsam bütün her şeyi, çok daha hızlı yapabilirim. Ama o zaman da tek bir kişiden çıkmış olur. Ben mesela şarkı sözünü yazıyorum, müziği de yapıyorum, kendim de söylüyorum, kendime vokal de yapıyorum, buraya kadarım ben. Bu aslında iyi bir şey. Bundan sonra kim geliyor? Aranjör geliyor. Ben aranje yapabilsem, bir kalemi daha kendi safıma çekmiş olacağım. Enstrümanları ben çalabilsem aranje yaparken, bir kalem daha. Sonra miks, sonra mastering… Bunların hepsi farklı farklı insanların elinden çıkıyor. Bundan sonra albümün görselleri, kapağı, sonra klip, ondan sonra baskı, sonra piyasaya çıkış, şimdi buna dijital dünyadaki piyasaya çıkış eklendi. Bunların her birinde çok profesyonel kişilerle çalışmak gerekiyor. O zaman da onlara hem biraz güvenmek, inanmak, işlerini iyi yapmaları için fazla baskı yaratmamak gerekiyor. Bu da işte o 2 yıl gibi bir süreyi mutlaka gerektiriyor. Yani albümler 2 yıldan daha kısa sürede bence çıkamaz.

Sadece şarkı söylüyor olsam, daha çabuk olabilirdi. Yani her şey hazırlanır, ben sadece stüdyoya gider, şarkıyı söyler çıkarım, geri kalanı herkes tamamlardı. Yani yorumcu olanlar var, öyle solistler var. Onların daha çok albümleri var ama kendim şarkı yapınca ya da başkasının şarkısı bile olsa ben onu kendime uygun bir şekle getiriyorum, o yüzden uzuyor. Ama bana göre normal yani. 2 sene bilinçli bir tercih değil, bu kadar olmalı, bundan daha çabuk olmamalı.

Sorunun son cevabı olarak, albüm bitince, “dur biraz bekletelim yav, çabuk oldu, biraz arayı açalım” diye hiçbir albümü bekletmedik. Biter bitmez çıkarttık bugüne kadar. Yani kendi kendine sürdü o 2 yıl.

 

46 yaşındaki Yaşar 26 yaşında yolun başındaki Yaşar’a ne söylemek isterdi?

Geleceğe dönüş filmi aklıma geldi. O filmi çok severim. Durup durup seyrederim hala. Orada Biff diye bir adam var, arabaya atlıyor gidiyor kendi gençliğine, orda ona bir tane kitap veriyor, almanak, “buraya bak” diyor, o da “ne diyorsun be sen ihtiyar” diyor, o da “konuşma”, diyor, “sen benim sözümü dinle, buradaki at yarışlarını, boks müsabakalarına, futbol bilmemneleri, bahisleri oyna, zengin olacaksın” diyor. O aslında komedi filmi gibi görünse de, çok şey alırım ben ondan. Böyle bir şey olabilse, herkes geçmişine dönüp kendiyle konuşmak ister. Söylenecek çok şey var. Bir almanak gibi bir şey olsa, her şeyi içine yazmış olduğum, bugüne kadarki bütün tecrübelerimi –tabi spor karşılaşmasından bahsetmiyorum 🙂 – hayatta başıma gelen şeyleri, bunları götürüp 26 yaşındaki Yaşar’a versem, “bunları takip et evladım, bak bunlar gelecek başına, o zaman bu büyüğünü dinle” desem, belki “sen de kimsin” diyecek bana ama hep o filmin o sahnesi gelir aklıma. Ben de bir almanak yazmak isterdim ama bir spor almanağı değil, hayat almanağı ve dönüp o kendi 26 yaşındaki Yaşar’a onu vermek isterdim, ister uygular, ister uygulamaz.

 

Sosyal medyayı aktif kullanan sanatçılardansınız, sosyal medyadan önce sanatçıların bütün albümleri, her yapacakları, ne giyinecekleri, şarkıları, vs. merakla beklenirdi, sanatçı “ulaşılmazdı” ve gizemi/büyüsü vardı. Şimdi ise artık duvar yıkıldı, sanatçılar albümlerini bile neredeyse hayranlarının isteği doğrultusunda yapıyor, bu da garantili çalışmaların ortaya çıkmasını sağlıyor, öte yandan sanatçıya ulaşmak çok kolay, sanatçının ulaşılmazlığı ortadan kalktı ve büyüsü bozuldu gibi geliyor. Sizce sosyal medya sanatçı için avantaj mı dezavantaj mı? Hayranlarla olan iletişim açısından siz sosyal medyada olmanın avantajlarını nasıl kullanıyorsunuz ve dezavantajlarını nasıl yaşıyorsunuz?

Değişen dünyada, sanatın manifestosunu da baştan yazmak gerek. Daha evvel yazılmış sanat manifestoları bugün için geçerli değil. Bu dijital dünyanın oluşturduğu düzenle yeniden bir sanat manifestosu yazmak gerek. İkincisi paradigma değişti, yani anlayış. Eski sanat anlayışı veya sanatı ortaya koyuş anlayışının paradigması, dijital devrimden önce bambaşkaydı, şimdi bambaşka bir paradigma ve hala da yazılıyor bu. Biz de uyum sağlamaya çalışıyoruz. Hala net bir şey yok. Kişiden kişiye değişen birçok anlayış var. Ben de bunu anlamaya çalışanlardan biriyim. Tam devrime denk geldik çünkü.

Değişen dünyada avantaj veya dezavantaj diye bakmanın doğru olmadığını, değişen şeye uyum sağlamak gerektiğini düşünüyorum. Ben de uyum sağlamaya çalışıyorum. Avantajı bilhassa yeni isimler için her yere yaptığı şeyi ulaştırma imkanı. Öte yandan sanatın o gizemi, o buğusu kayboldu gibi bir şey. Mesela bunu hala tercih etmeyenler, buna hala direnenler var ama direnç de çok enteresan bir konu. Mesela sanayi devrimine direndiler, ne oldu? Osmanlı İmparatorluğu bile battı sanayi devrimine direndiği için. Sanat da öyle o şekilde bir yön değiştirdi. Bunları görüp, fazlaca da direnmemek lazım ama dayatılan şeyleri kabul etmek anlamında söylemiyorum bunu. Doğru olduğunu anladığın şeyleri uygulayabilirsin. Avantajları nedir? Çok daha geniş kitlelere, çok daha hızlı, istediğin zaman, duyurabilme şansın var, bu bir. İkincisi, kendi medyanı oluşturabiliyorsun. Satılmış medya ile ilişkiler düzenlemek, kulisler yapmak, perde arkasında, kapı arkasında bir sürü pazarlıklara girmek zorunda kalmıyorsun. Tabi ana akım medyadan bahsediyorum bunu söylerken. Onların kölesi, oyuncağı olmadan bir şeyler yapabilmek gibi durumlar var. Bu da onları çok zorluyor tabi.

 

Müzik sektörüne baktığımızda, müzik sektörü 3 kişinin beğenileri etrafında dönüyor gibi geliyor. Türkiye’de de, dünyada da.

Dünyada öyle değil. Belli başlı patronlar var ama her müzik hayat bulabiliyor orda. Mesela Spotify var, oradan her müziğe ulaşabiliyorsun. Türkiye’de sen müziğini bir yere ulaştırabilmek için o patronları aşmak zorunda kalabilirsin. İşte burada o sosyal medyanın gücü ya da avantajları devreye giriyor olabilir. Mesela benim oğlum Kerem bir videolar izliyor. Bir çocuk oyun oynuyor, köşeye bir görüntüsünü koymuş, oyunu anlatıyor, böyle oynanır diye. Benim yıllarca uğraşıp yapmış olduğum klipten 15 kat daha fazla izlenmiş, arkasında da hiçbir güç yok. Sadece oyunu anlatıyor. Bu dijital devrim değil mi? Böyle bir gücü var ve bu gücü dönüştürebilirsen çok faydalı olduğunu düşünüyorum ben. Ama sanat konusunda katılıyorum.

 

Ve gelelim 20. yılınızdaki 10. yeni albümünüze. Albümden bahseder misiniz? Hazırlıklar ne zaman başladı? Kimler var künyede? Dinleyicileri nasıl şarkılar bekliyor?

Albüm yapmayı çok istemediğim, zorlandığım bir dönemde, bir iki şarkılık single ya da cover yapayım birkaç tane, sırasıyla çıkarayım diyordum. Sevdiğim Şarkılar albümü gibi değil de, mesela Nilüfer’e verdiğim Ölmek Var Dönmek Yok’u kendim söyleyeyim gibi. Alper’in (Arundar) başkasına verdiği bir şarkıyı, ya da Tansel’in (Doğanay) bir şarkısını alıp söyleyeyim diye düşünüyordum. Murat Hasarı’nın vardı birkaç şarkısı Merdiven zamanlarında ya da birilerine verip benim de söylemek istediğim. Ya da albümlere girmemiş bir iki şarkı… Böyle bir yoldan gideyim diyordum. Derken Murat’la (Güneş) karşılaştık.

 

Murat Güneş’le yolunuz nasıl kesişti? Bu sinerjiden memnun kaldınız mı? Devamı gelecek mi bu ortaklığın?

Onun bana yapmış olduğu şarkılar vardı daha önce de, göndermişti. Yeni bir şeyler yaptım, dedi dinlemek istedim, acayip bir şeyle karşılaştım. Yani bir kreasyonu hazırlamış, gardrobu dizmiş, getirmiş, sözlerine bile dokunulamayacak kadar hazır halde gelmişti bütün şarkılar. Ben de beğendiklerimi alıp albüme koydum. Çok iyi bir şarkı yazarı, çok duygulu bir şarkı yazarı ve çok düzgün Türkçesi. Benim için önemli olan o, sözleri çok kuvvetli. İyi bir söz yazarı. Mesela bir melodi verdiğin zaman da söz yazarak da yapmış olduğu eserler var.

Bu albüm, birilerine vermek üzere değil de benim yapmam, söylemem için hazırlanmış eserlerden oluşuyor. Dinleyince sen de benim için yazılmış olduğunu anlayacaksın. Ben de kendime çok yakıştırdım. Benden daha iyi bunu kimse söyleyemez gibilerinden havalara bile girdim 🙂 . İşte böyle bir birliktelik kurduk. Başta biraz umutsuz, olumsuz konuşmuş olabilirim ama tam olarak öyle değil. Bu albüm bittiğinde bana bir rahatlama geldi, ben de çalışma odamı baştan aşağı bir daha düzenledim. Çalışma odamı düzenleyince kafamı da düzenlemiş oluyorum. Tekrar çalışmaya başladım ve üç tane şarkıyı bitirdim yeni albüm için. Şimdi artık çok sade şeyler yazıyorum. Bu yeni yazdıklarım eskileri kadar ses getirir mi getirmez mi, hatta repertuara girer mi girmez mi onu bile bilmiyorum, ama hiçbiri umurumda değil, o kadar sadeleşti ki artık düşüncelerim, bütün fazlalıklardan kurtulmuş, bütün noktaları, virgülleri, gereksiz olan bütün her şeyi atılmış sözlerden ve melodilerden oluşan şarkılar yazıyorum şu anda.

 

Akustiğe yönelme var sanki son zamanlarda.

Yo, akustik değil benim söylemek istediğim, söz olarak çok sade sözler. Benim sözler biraz fazladır. Konserlerde albümlere girmeyen sözleri bile söylerim, “bu sözler de vardı albüme koymadık” gibilerinden. İki üç sayfadan oluşurdu sözler, ben onları sadeleştirip 1 sayfaya indirdim. Şimdi yarım sayfada bitiyor. Bob Dylan’ın bir sözü var, çok hoşuma gider, “30 saniyelik bir şarkı yazdım, tam 1 yılımı aldı” der. Şimdi onun ne demek istediğini hem çok iyi anlıyorum, hem de öyle şeyler yazmaya başladım.

Albümün çıkması için de referandumun geçmesini bekledik, her şeyi hazırdı.

Senin mevsimin bahar ama bana kalırsa, hep dikkat ettim, ya ilkbahar ya sonbahar senin albümlerinin mevsimi. Zira senin şarkıların ilkbahar ya da sonbaharda, demleniyor ve yazın ya da kışın da keyifle içiliyor.

Bilmiyorum, mevsimine fazla baktığım yok. Hep öyle bir döngüye girdik ama aslında ben hiç bitmiş bir albümü bekletmedim ki. Biter bitmez aslında çıkarttık. Bazıları da diyor ki “Mayıs’ta bitirdi ama mahsus Eylül’ü bekliyor, Eylül’de daha sonbaharın hüznünü yansıtacak şarkıları var herhalde de o yüzden Eylül,” Yok öyle bir şey, o zaman bitiyor, o zaman çıkıyor. Çünkü bitmiş albümü ben bekletemem, daha birinci şarkımda ne diyor, “Söylemeliyim içimde tutamam”, yani ben bir şeyi içimde tutamam zaten. Benden çıksın artık, sizin olsun. Il Postino filminde diyor ya, “Şiir ihtiyacı olana aittir”, artık ihtiyacı olanlar alsınlar, şarkılar benden çıksın. Ben de istiyorum bir an evvel çıksın. Aslında bu albüm geçen ay da çıkardı da referandum nedeniyle böyle bir karar alındı. Ben de saygı duydum, çünkü ortaklaşa bir şey yapıyoruz. Kafama göre bir şey yapamazdım, onlar bizim bütün kararlarımıza saygı duyuyorlar, biz de onlarınkine duyduk.

Murat’la çok iyi aramız, Murat’ın şöyle bir güzel yönü var. Mesela ben bir şarkı beğeniyorum, Murat’a hadi şuna bir söz yaz diyorum, bir bakıyorum yazmış getirmiş. Benim Cadde şarkısına bir söz yazana kadar yıllar geçmişti. Yunan şarkısı ya o. Kaç sene sonra çıkartabildik. Bu işleri daha profesyonelce, daha disiplinli yapan adamlar bunlar.

 

İlk kez kendi şarkılarının ve Alper Arundar şarkılarının ağırlıkta olmadığı bir albüm tutuyoruz elimizde. Şarkılarda Murat Güneş imzası var. Bu size rahatlık getirdi mi? Bu tercihin nedeni artık biraz besteci ve söz yazarı olarak kendinizi nadasa bırakma ihtiyacı mı?

Bravo, çok güzel bir cümle kurdun. Aynen öyle. Onun da faydalarını görüyorum aslında. Cadde’den bu yana hiçbir şey yapmayarak, sadece şarkıları sahnede paylaşarak, konser vererek ve bu albümde de Murat’ın ve Alper’in desteğiyle, biraz da dışarıdan bir gözün bana bakışıyla şarkılar yapmaktan dolayı 4 sene boyunca kendimi nadasa bırakmış gibiyim. Bu da bana az evvel söylediğim 3 şarkıyı yazmamda katkı yaptı. İyi de oldu, arada böyle yapmak da gerekiyor. Nadas demek ne demek zaten? Tarlanın verimi düşüyor devamlı ekip biçmekten, bir sene bırakıyorsun ki o toprak kendini toparlasın, bir daha ürün ektiğin zaman güçlü ürünler çıkarabilsin. İnsanda da durum aynı. Bir de rahatladım açıkçası. İşin en zor kısmını bir başkasına yükleyerek çok rahatladım. Başka taraflarla ilgilenebilme fırsatım oldu.

 

Tansel Doğanay en başından beri hem yoldaşınız hem de bütün albümlerinizde aranjör olarak gördüğümüz üstat isimlerden. Bu albümde olmamasının bir nedeni var mı?

Tansel kendisi istemedi aslında. Çünkü onunla cover yaparız diye planlamıştık. Onun kendi şarkısı da vardı. Demet’inki değil, ondan başka, yabancı bir şarkı. Onları yapmış hazırlamıştı. Bu şarkıları da Mehmethan yapmıştı. Tansel, “Mehmethan’ın yaptıkları iyi, siz oradan devam edin” dedi. Ondan dolayı bu albümde olmadı, yani aramızda herhangi bir kırgınlık yok, her konserimde görüyorsun zaten, biraz onun da nadasa bırakılması gerekiyordu belki. Bütün albümü kaldırmak yerine 3,4 şarkı yaparım diyordu, Mehmethan’ın yaptıklarını görünce böyle devam edin dedi.

Şiirden beslenen bir sanatçısınız, bu albümde de bu yönünüzü görecek miyiz? Ya da şiirle ilgili çalışmalarınız var mı? Birkaç sene önce önceki Yalnızlık Dört Bin Perde kitabını yeni eklemeler ve düzeltmelerle yeniden yayınlamayı düşünüyorum demiştiniz, bir gelişme var mı?

Tembellikten yapamıyorum onu. Eski bir asistanımla bir ara oturup baya bir yere getirmiştik, o yarım kaldı. Bir daha elimi sürmedim. Öyle kaldı. Şiirden beslenme elbette ki her zaman var. Zaten benim algılayışım öyle. Sinemayı algılayışım da öyle, şarkı sözüne bakışım da öyle. Orada o şiirselliği görmediğim zaman, şiir duygusunu hissedemediğim zaman bir yakınlık kuramıyorum o sanat eseriyle.

Beni bu albümü yapmaya iten en büyük faktör, Murat’ın yazmış olduğu sözlerdeki güzel bir dil, güçlü anlatım, yanlışsız, duru bir Türkçe ve şiirsel yapı oldu. Bu albümde de göreceksiniz bunları. Ama bu defa başka bir yazardan.

 

Hareketli şarkılar da dinleyecek miyiz? Yoksa slov damardan devam edecek mi? Genel olarak dinleyicilerden bana ulaşan sorulardan biriydi bu.

Hareketli şarkılar bayağı var bu sefer. Çıkış şarkısı da öyle, coşkulu diyelim ona. Dinleyicilerin beklentilerine cevap olacaktır diye düşünüyorum. Ben yazamıyorum çünkü o tip şarkılar, en azından yazanınkileri söyleyeyim.

 

Yaşar yeni isimlere destek veriyor mu? Bu tür isteklerle gelenler oluyor mu? Yanıtınız ne oluyor? Bir ara bestelerburaya.com adresi oluşturmuş ve gelen besteleri değerlendireceğinizi söylediğiniz bir platform oluşturmuştunuz. O projenin akıbeti ne oldu?

Bir şarkılar, bir besteler geldi, değil ben, müzikle hiçbir ilgisi olmayan herhangi bir kişi bile dinlese “sen bunları nasıl gönderiyorsun” der. Çok saçmasapan şeyler gönderdiler, ipin ucu kaçtı ve güzel bir şey gelmediği gibi, insanlarda garip bir durum ortaya çıktı son zamanlarda, eleştiriye hiç açık değiller. Hem şarkı gönderiyor, hem de eleştirdiğinde, “bu yaptığın aslında şöyle olmalı” dediğinde, “sen ne anlarsın” filan gibi cevaplar geliyor. Kendilerini çok iyi zannediyorlar. Zaten genel sorun, bir şeyi eleştirildiği zaman insanlar önce bir şoka giriyorlar, “nasıl beni eleştirir” diye, hiç eleştirilmiyorlar ya, Facebook’a koyuyor bir şey, gelsin kalpler, gitsin Like’lar, eleştirilince önce şoka giriyor, sonra bunalıma giriyorlar, en son saldırganlaşıyorlar o kişiye karşı. O yüzden böyle şeylerle karşılaştığım için destek veremiyorum.

 

Siz kendi albümleriniz kadar saygı albümlerinde de sıkça yer alan ve ilk akla gelen sanatçılardansınız, en son Harun Kolçak ve Zülfü Livaneli albümlerinde yer aldınız. Bu tür saygı albümleri son yıllarda yapımcıların da yüzünü güldüren işler oldu ve birçok yapımcı buna yöneldi. Sizce eski şarkıların böyle yeni seslerce yorumlanması projeleri yeni ve kalıcı şarkılar çıkmadığı için sanatçıya saygı adı altında başvurulan bir kolaya kaçma yöntemi mi, yoksa olması gereken bir şey mi bu?

Saygı albümü, o kişi gerçekten saygıyı hak ediyorsa yapılmalı. O saygıyı da ya sanat hayatındaki uzun tecrübeleriyle, sanat hayatına verdiği eserlerle kazanır, ya da yaşıyla kazanır. Yaşı daha genç olan isimlerin bu tip albümlere yönelmesini doğru bulmuyorum. O tür albümlerde de yer almadım zaten. Soruna gelirsek, evet bence yeni bir şey çıkmıyor da ondan mı? Evet ondan. Bir de karlı bir iş. Yapımcılar da elbette buna yöneliyor. Zülfü Livaneli gibi 50 yılı devirmiş, ilk çıktığından beri neler vermiş bu piyasaya, ne kadar çok kişiyi etkilemiş, şiirden şarkı yazmayı sevdirmiş, öğretmiş bir ustanın albümünde yer almak güzeldi. Ama artık biraz da suyunun çıktığını düşünüyorum bu albümlerin. Ama yeni bir şey de çıkmıyor ki, tek tip anlayışla şarkı yapılıyor ve herkese o dinletiliyor.

Bu albümlerin size getirisi ya da içinize sinmediği durumlar oluyor mu? Ya da çok parlayacağını düşünürken yeterince gündeme gelmediğine şaşırdığınız yorumlar oldu mu? Ben bir örnek verebilirim. Firari’nin o muhteşem düzenlemeyle orijinalinin bile üzerinde bir sounda kavuştuğunu düşünüyorum, ancak yeterince parlamadığını düşünüyorum radyolarda ya da televizyonlarda.

İçime sinmeyen var, Orhan Gencebay’ın albümündeki şarkı hiç içime sinmedi mesela. Aranjesi istediğim gibi yapılmadı. Çok aceleye geldi. Çok hızlı yapıldı. Kendi aranjörümle çalışmadım. O yüzden hiç istediğim gibi olmadı.

 

Birçok saygı albümü yapıldı bazıları eleştirildi bazıları gerek yorumlar gerekse şu sanatçı da olmalıydı gibi eksikler bulundu. Ne kadar özenilirse özenilsin kimseyi mutlu etmek mümkün değil galiba. Bu tür albümler hep bıçak sırtıdır, insanların sahibinden dinlemeye alışık oldukları şarkılar başka seslerde ve yorumlarda yadırganır, sizse Ebruli’de ya da İşte Öyle Bir Şey’de olduğu gibi kendinize mal edebildiniz ve kitlelere adeta sizin şarkılarınız gibi geçirebildiniz. Bunun sırrı var mı?

Bunun bir formülü yok ki, bilemiyorsun neyin tutacağını neyin tutmayacağını. Genellikle insan kendi sesine yakıştırdığı şarkıları seçmeye çalışıyor. Bazen yanlış kararlar da verebiliyor. Bazen doğru sandığında da seyirciye ulaşamayabiliyor. Firari’yi düzenledik, klip de çektik, kendi aranjörüme de yaptırdım ama olmayınca olmuyor.

 

Saygı albümlerinde hangi şarkıların söyleneceğine nasıl karar veriliyor, siz mi seçiyorsunuz, önceden mi ayarlanıyor?

Orhan Gencebay’da biraz mecburen oldu. Benim seçtiklerimi hep birileri almıştı. Bana da o şarkı kaldı. Ben de o şarkıyı Barış Manço’nun “Yine Yol Göründü Gurbete”si gibi bir aranje yaptırmayı düşünüyordum. Öyle bir aranje de yapmadılar. O zaman o şarkıyı seçmenin bir anlamı kalmadı. Oradan o tutmadı. Diğerlerini kendim seçiyorum genellikle, seçmeye çalışıyorum.

 

Konserlerinde de her daim yenilik yapmaktan hoşlanan bir yanın var. En son Şubat konserinde dünyaca ünlü ressam Ertuğrul Ateş sahnende sen şarkı söylerken resim yaptı. Nereden ortaya çıktı bu fikir? Bu şekilde başka konsept konserler yapmayı düşünüyor musun? Mesela söylenmeyen şarkılar konseptli bir konser?

Söylenmeyen şarkılar konseri yapsak kimse gelmez. Gelse bile ikinci yarıda, “şunu da söyle, bunu da söyle” diye başlarlar isteklere, “Kumralım’ı söyle, Kuşlar’ı söyle” diye. İstediğin kadar duyur ben söylenmeyenleri söyleyeceğim diye, ortaya öyle bir sonuç çıkar. Sezen Aksu öyle bir şey yaptı zamanında, “No Hits” diye, hiç tutmadı, iki konserden sonra bıraktılar, Sezen Aksu yani bu, “No hits” olan da hit aslında. Olmadı, o da yürütemedi. Hatta TIM’de bir konserine gittim, üç gece üst üsteydi, ben ikinci gece gitmiştim. Birinci gece birkaç şarkı seçmiş, söylediler ikinci yarıda. İstediği reaksiyonu alamadı, döndü Cihan Okan’a dedi ki “Bak senin yüzünden oldu, bunları çal bu gece dedin, çaldım bak seyirci tepki vermiyor, yarın akşam yok bunlar çıkartıyorum” dedi. Bu iş biraz böyle. Söylenmeyen şarkılar durumu çok riskli. Şöyle olabilir. Söylenmeyen şarkıları yeniden aranje edersin, bununla ilgili bir albüm yaparsın, o şarkılar yeniden duyulur ve gündeme gelir, onunla ilgili konser veya konserler dizisi yaparsın, o zaman olabilir.

Resim konusu da, Hocam Ertuğrul Ateş’le zaten yıllardır arkadaşız. Hem hemşerilik var, hem hayranlık var, hem sohbetler var, ayrıca görüşmeler var. Bu konsepti Şefika Kutluer’in Süreyya Operası’ndaki konserinde yapmıştı. Orada acaba biz de yapar mıyız böyle deyip işin içerisine girdik. Normalde hiç kimseye yapmayacağı bir şeyi benim için sağ olsun yaptı. Ben de onu seyretmekten bazı şarkıları yarım bıraktım. İçsel olarak alakalı ama görsel olarak alakasız iki sanatın bir araya gelmesi, birinden birini seyirciye tercih etme durumunu ortaya çıkartabiliyor. Onu mu seyredeyim, adamın söylediğini mi dinleyeyim, resme mi bakayım gibi durumlara düşürmüş olabilir o gece ama kotardık diye düşünüyorum. Arada böyle değişik şeyler yapmayı planlıyorum. Belki söylenmeyen şarkılar değil de, şarkıların hikayesini anlatabildiğim, paylaşabildiğim, oturma düzeni olan yerlerde bir şeyler yapmak istiyorum. Onunla ilgili de bir çalışma yapıyorum evde. Şarkıların hikayelerini yazıyorum. Röportajın başında da demiştim, bu şarkıların hikayesi her gece baştan yazılıyor ama en azından bomboş bir kağıttan o kağıdın dolduğu ana kadar olan kısmının hikayesini anlatabileceğim notlar alıyorum. Biraz üzerinde çalışırsam, birkaç da konser verirsem dilim daha fazla açılır çözülür. Bunları anlatacağım. Tabi Sunay Akın gibi uzun uzadıya anlatamam. Böyle bir ustalıkla söyleyemem ya da stand-upçılar gibi anlatamam ama içimden geldiği gibi duyguları yansıtarak şarkıları anlatıp, daha sonra şarkıları çalacağım bir projemiz var.

Radyoda da aşağı yukarı buna benzer bir şey yapıyorduk ama radyo görüntülü değil, karşı karşıya değiliz. Seyirciyle birebir karşı karşıya olabileceğimiz bir şey istiyorum. Radyo canlı gibi olmuyor. Karşılıklı alışveriş gerekiyor.

 

Nar Kadın Dayanışması’nın yüzü oldun. Nasıl başladı süreç? Neler yaşadın, neler yapıldı? O süreci anlatır mısın?

O 10. yılına girmiş bir proje. Adı “Gelecek Turizmde”, Anadolu Efes’in projesi. Benim de orada bir arkadaşım var. Onunla başladı. Adana’da Karaisalı’da soyu tükenmekte olan kelebekler var, dünyada yalnız o bölgede bulunuyor üreme ve yaşam alanları. Orayı sen ele al dediler, hani ben Adanalıyım filan. Dedim esprisi kaçar, adam Adanalı orayı gidip orayla ilgileniyor derler düşüncesiyle, dedim oraya başkasını gönderin, ben de kadınlarla olan kısmını yapayım dedim. Gittim onlarla tanıştım. Nasıl bir çalışma yaptıklarını gördük. Bazısı eşinden şiddet görmüş ayrılmış, kimi maddi olarak sıkıntı içerisinde. Nar Kadın adı altında toplanıyorlar. Orada bir şeyler üretiyorlar, yani yiyecek bir şeyler ortaya koyuyorlar, kendileri satıyorlar, hem kendilerine gelir oluyor, hem kendileri bir iş yapma mutluluğuna erişiyorlar, hem de belki de o şiddetten, o kötü ortamdan uzaklaşıyorlar böyle bir çatı altında. Mor Çatı vardı ya, onun benzeri bir şey. Edremit’te, böyle bir proje vardı. Çok hoşuma gitti benim de. Ve orada tanıştığım insanlarla da çok iyi bir beraberlik yaşadık, mutlu bir zaman geçirdik. Hala da görüştüğümüz zaman yüzümü güldüren insanlar orada. Tekrar gidilip görülecek yerler gerçekten. Çok güzel yerler. Çok da güzel bir proje. İyi ki bunu seçmişim. Diğerlerinden birini seçseydim de aşağı yukarı bu olabilirdi ama şimdi ben orada tanıştığım insanların hepsiyle dost oldum, ömür boyu sürecek dostluklar oluşmuş oldu. Şimdi gitsem ben geldim desem beni krallar gibi ağırlarlar. Bu projeyle ilgili olarak değil, ben geldim tanrı misafiriyim desem çok güzel ağırlarlar. Çok misafirperver insanlardı. Onları tanımaktan dolayı da çok mutlu oldum. Bu tip projelere de elimden geldiğince dahil olmaya çalışıyorum.

 

Ülkemiz ve dünya sıkıntılı günlerden geçiyor, hala eğlence gibi görülen bu yüzden bu olaylardan ilk etkilenen bir sektörün içinde yer alırken, bu olaylar vatandaş ve müzisyen Yaşar’ı nasıl etkiliyor?

Bir kere bunun acayip derecede saçma olduğunu düşünüyorum ve neden burada böyle olduğunu da bir türlü anlayabilmiş değilim. Dünyanın başka bir yerinde böyle değil bu. Türkiye’de böyle bir anlayış var. Elbette olup biten şeylerden sonra insanlar bunun üzüntüsünü yaşayacaklarsa bir tek müzisyenler mi yaşayacak bunu? Hep birlikte yaşayalım o zaman. Kapat sinemaları, durdur dizileri. Adı bile güldür olan programları yayınlamaya devam ederken, müziği bir eğlence olarak görüp tamamen önünü kesmek bana bir çeşit proje gibi geliyor. Uzun süreden beri süregelen bir anlayış gibi geliyor. Eskiden bir vefat olduğunda evde televizyon açılmaz, müzik açılmaz, saygıdan dolayı. Komşular bile açmazlar. Komşuluğun olduğu dönemlerden bahsediyorum. Böyle bir anlayış vardı. Buna saygı duyuyorum elbette. Ama bu zaman içerisinde sadece müzisyenleri mahkûm etmek gibi bir duruma evrildi mi diyelim, indirgendi. Ondan dolayı rahatsızım, bana hiç doğru gelmiyor. Elbette hep birlikte yasımızı tutalım, bu durumlarda çıkıp hiç kimse çok mutlu bir şey yapacak değil. Ama bunu hep birlikte paylaşalım. Hüznü de hep birlikte paylaşalım. Her şeyde bölündüğümüz gibi, bunda da bölündük. Hüznü de, sevinci de, sıkıntıyı da birlikte paylaşalım.

Mesela basit bir şey söyleyeyim. Televizyon programlarını iptal edemiyorlar, edemezler, çok büyük gelirler var. Bir tane futbol maçını erteleyebildiler mi mesela? Sabah bomba patladı, akşam çıktılar oynadılar, palavradan kollarına siyah bant taktılar. Futbolu bile engelleyemediniz, durduramadınız. Müzisyenlerden ne istiyorsunuz? Ben kendim için söylemiyorum ki. Bizimle birlikte çalışan ne kadar çok insan var. Hepsi payını alıyor. Onların çoluğu çocuğu yok mu, yemek götürmeyecek mi onlar? Düşünmüyor musunuz oradaki ışıkçıyı, arkadaki sesçiyi, o kablo toplayan çocukları? Biz eve geliyoruz, adamlar hala orada kablo topluyor, temizlik yapıyor sabaha kadar, onlar insan değil mi?

 

LGBTİ konusu bu ülkenin hala en kanayan yaralarından biri. Bir vatandaş ve duyarlı bir sanatçı olarak LGBTİ’lere ve yaşadıkları sorunlara bakışınız nedir? Bu sorunların çözümüne dair bir sanatçı bakışı atmanızı istesem?

Her yerde olduğu gibi, yine burada da çifte standart uyguluyorlar. Çifte de değil aslında daha da fazla. Çok zalimce davranıyorlar. Yani bu ve benzeri konulardaki genel baskıcı hükümet tavrından bahsediyorum. Bu konuda da aynısını yapıyorlar. Ya tamamen görmezden geliyorlar, hiçbir sorunlarıyla ilgili bir adım atmış değiller, ya da uzun zamandır bildiğimiz, duyduğumuz cinayetleri hiç yaşanmamış gibi karşılıyorlar. Nasıl çocuk tacizcilerinin tecavüzcülerinin bilinmesine rağmen üstü örtülüyor, görmezden geliniyorsa, Lgbti cinayetleri, bilhassa trans cinayetlerine yönelik de herhangi bir politika görmedik. Çünkü günah sayıyorlar, asıl mesele o. Yani sözüm ona bu günah diyerek, hiçbir adım atmıyorlar. Tamamen dinsel bir şeye bağlanıyor. Günah, bunu yapanlar da günahkâr, bunu hak etmişlerdir diye düşünüyorlar.

Bunun bir günah-sevap meselesinden çıkartılıp bir insanlık meselesi olarak algılanması gerekir.

Yaşar: “Hepimiz biriz beraberiz benim için, Bizi ayıranlar utansın”

Yaşar’ın pek çok lgbti hayranı olduğunu da biliyoruz, Yaşar’ın lgbti hayranlarına mesajı ne olur? Onlarla iletişiminiz nasıl?

Hepsini çok seviyorum. Hiçbiriyle bir problemim yok. Mesajım, her zamanki gibi dostluğumuz, sevgimiz baki kalsın. Birlikte şarkılarımızı söyleyelim. Onların desteği her zaman benim için çok önemli. Bunu söylemek bile hala ayrımmış gibi geliyor söylerken. Ben öyle bakmıyorum ki. Onları başka diğerlerini başka seviyorum gibi bakmıyorum. Benim bir sürü lgbti arkadaşım da var. Benim için herkes beraber, ben böyle görüyorum. İnsanları birbirinden ayıranlar utansın.

 

Yaşar herhangi bir lgbti etkinliğinde yer almayı düşünür mü? Ya da Türkiye’de lgbti hakları konusunda düşünceleri neler?

Lgbti hakları konusunda, görmezden gelindiğini düşünüyorum, yukarıda saydığım nedenlerden dolayı. Meseleye hak hukuk, doğru yanlış yönünden değil de, günah-sevap üzerinden bakıldığı için haklarının teslim edilmediğini düşünüyorum. Konser veya herhangi bir etkinlikte yer almayı tabi ki de isterim zevkle. Bugüne kadar niye çağırmadılar ona da şaşırıyorum ayrıca.

 

Yaşar bir sanatçı olarak eleştiriye ne kadar açıktır? Gelen eleştiriler seni nasıl etkiliyor? Kamçılama mı moral bozukluğu mu? Başkalarının ne düşündüğünü umursamasan ne yapardın?

Eleştirinin içinde bir akıl olacak. Cahil bir adam beni eleştirirse, rahatsız olurum bundan. Akıl olacak yani işin içerisinde. Bir de nezaket olacak. Akılla bir eleştiri getiriyorsa, doğruysa, boynumuz kıldan ince. Sessiz kalıyorum, bir şey diyemiyorum. Nezaket konusunda da, terbiyesizlik yapmayacak. Öyle bir şey yaptılar mı, siliyorum, kavga da etmiyorum, uğraşmıyorum o tip şeylerle. Yani bu ikisi çok önemli. Dünyanın bugüne kadar okuduğum en iyi eleştirmeni, kendi konusuyla ilgili olarak, yani edebiyat eleştirmeni olarak, Cemal Süreya’dır. Açıp okuyun eleştirilerini, bu kadar mı nazik olunur? Adam eleştiriyi bile bir şiir gibi yapmış. Öyle bir şey yapıyorsun ki, nerdeyse utanıyorsun okurken o öbür kişi adına. Nezaketle yapılan işler benim için çok kıymetli. Kaybettiğimiz şeylerden bir tanesi de olduğu için, özellikle üzerinde durmaya çalışıyorum. Nezaket yeniden yeşermesi gereken, şu anda potans halde duran tohum gibi bir şey. Toplumu da kurtaracak özel şeylerden bir tanesi.

Şarkılarınızı ilk kime dinletirsiniz, ya da kimin fikrini alırsınız?

İlk Alper’e (Arundar) dinletiyorum. İkincisi, Tansel’e (Doğanay) dinletiyorum. En yakınım onlar. Ondan sonra eşime dinletiyorum ya da Elif’e (İzmir) dinletiyorum. Bülent Seyhan’a hiç dinletmem :). O en son bittikten sonra güzel oldu mu diye sorar, oldu oldu, dinle hadi, deyip dinletirim. İyi olmuştur zaten der. Ama temel olarak Tansel ya da Alper oluyor. Bazen ikisine aynı anda gönderiyorum. Ama genel olarak önce Alper.

 

Günümüze, müziğe, hayata dair, öyle bir şey söyle ki bu söyleşinin manşeti olsun.

Hepimiz beraberiz, biriz benim gözümde, bizi ayıranlar utansın.

 

Ve en son sözlük yazarlarının anket soruları:

En son ne izledi: Jim Jarmush’un Peterson’unu izledim.

En son ne dinledi: The Turtles’tan Happy Together’ı dinledim. 1967 yılının şarkısı. Sebebi de, bana gitarı ilk gösteren hocalarımdan Kemal Hoca vardı. Facebook’a bir video eklemiş, kendi gitar çalarken arkadaşı ritim yapmış. Biz burada soğuktan donuyoruz, onlar Bodrum’da oturmuşlar güzel bir bahçede bunu çalmışlar. Eski arkadaşımı buldum ve mutlu oldum o yüzden u şarkıyı çalıyorum demiş. O kadar güzel söylemiş ki, ya dur şunun bir orijinalini dinleyeyim dedim, sonra bizim arkadaşlarla da paylaştım. Çok sevdiğim bir şarkı bu.

En son ne okudu: Aynı anda birçok kitap okuyorum. Bir yandan hocayla resim çalışmalarına başlayacağız diye bilgimi daha derinleştirmek için Semboller Nasıl Okunur, onun yanında Resimler Nasıl Okunur diye bir kitap vardı, onu okuyorum bir yandan. Şimdi Sadrettin Konevi’nin Esmai Hüsna Serhi’ni okumaya başlayacağım. Ön sözünü okuyunca vazgeçtim Semboller Nasıl Okunur’dan.

En sevdiği yönetmen: Kubrick ama Jarmusch’u da çok severim. Bu seyrettiğim filmde çok etkilendim. Çok şiirsel bir filmdi bence. Ama evet Kubrick’çiyim ben.

En son ne zaman kahkaha attı: Keremle buraya gelmeden önce güreşirken baya kahkaha attık.

En son ne zaman ağladı: Sanatsal şeyler okuduğum zaman. Mesela Van Gogh’la ilgili bir şeyler okuyordum geçenlerde. Şu beni çok etkiledi: Bir zamanlar korkunç azmi ve içten duygularıyla, cesaret kırıcı tüm tersliklerle savaşım vermeyi üstlenen bir ressam yaşamışsa, bu Vincent Van Gogh’tur. Söyleyen de John Rewald Vincent. Bu beni ağlatmıştı. Ayrıca Van Gogh’un hayatı zaten beni ağlatır. Yapı Kredi’den çıkan Teo’ya Mektuplar’ın okunmasını tavsiye ederim.

En son ne zaman çok sinirlendi: Son zamanlarda çok sinirlediğim olmadı. Belki ufak tefek trafikte.

 

8. SAYI

HOMOJENOku

İndir

1 Trackbacks & Pingbacks

  1. 8. SAYI – HOMOJEN

Comments are closed.