Bu bölümde Amerika ya da Hollywood temelli olmayan her 10 yıl içinde sinema algısını değiştirip yepyeni değişimler getiren; çoğu maddi imkansızlıklar içinde çekilmiş, çoğu yasaklanmış filmleri göreceğiz. Her dönemi 1 film ile anlatmaya çalışacağım.
Amerika’nın sinema tekeli nedeniyle, çoğu yıllarca görmezden gelinen bu filmler 100 yıllık periyotta birer dünya klasiğine dönüştü ve her biri kendinden sonraki dönem filmlerini etkiledi.
Hazırlayan: futurelavirs
1920’LER:
Nosferatu, eine Symphonie des Grauens (1922)
F. W. Murnau’nun yönettiği sinema klasiğidir. Dünyanın savaşlarla, ülkelerin ayakta kalma çabalarıyla sınandığı 1920’lere damga vuran film 1921-1922 yılları arasında çekilmiştir. Siyah beyaz ve sessiz sinemanın var olduğu dönemde genel olarak sinema, deneysel soyut işlerle ilerlerken, Alman sinemasından çıkan bu film; sahne aralarında yer alan diyalogları ve sıradışı film tekniği ile dışavurum sineması olarak adlandırılan özgün bir tekniğin de en iyi örneklerinden biridir.
Film, Bram Stoker’in Dracula adlı romanından izin ve telif hakkı ödenmeden çekildiği gerekçesi ile yayın yasağına maruz kalsa da yapımcı ve yönetmen hiçbir zaman bunu kabul etmemiştir. Kaldı ki filmdeki vampir karakterin adı da Orlok’tur. Gerekli izinler alınarak 1931 yılında başka bir film çekilmiş olsa da gerek bu film, gerekse diğer Dracula denemeleri, Nosferatu’nun gölgesinde kalmıştır.
Film için yapılan en çarpıcı yorum, başrol oyuncu için yapılan “filmde direkt vampir oynatılmış” yorumudur. Oyuncu Max Schreck, film için adeta biçilmiş kaftan olup, görünüm olarak zaten bir vampirden farkı yoktur. Daha sonra çekilen Dracula denemelerinde vampir karakteri ancak makyaj ile benzetilmeye çalışılmışken, Nosferatu’da Orlok’a vampir makyajı neredeyse yapılmamıştır.
Görüntüleri, ışığı ve akıcılığı ile dönem filmleri yanında bir devrim olan Nosferatu, sıfıra yakın sinema imkanına rağmen gerekli korku etkisini yaratmış, ünü çalıntı olduğu iddia edilen kitabı da geçmiştir. Orlok’un finalde yok olduğu sahneyi açıklayan teknoloji bugün bile hala izah edilememektedir.
1930’LAR:
M (1931)
Fritz Lang’ın en iyi filmi olarak gösterilen alman klasiğidir.
Film günümüzde de sık sık konu olan çocuk tecavüzü ve tacizlerini kara film ve korku unsurları barındıracak şekilde işler.
Berlin’de pedofili bir katilin peşine düşen polis, onu yakalamayı başaramıyınca normal halk ve hatta diğer suçlu ve çetelerden yardım ister. Polis-suçlu dayanışması ile yakalanmaya çalışılan katil, her defasında izini kaybettirmeyi başarır. Katili ancak gözleri görmeyen ama kulağı iyi duyan kör bir balon satıcısı yakalatır.
Film, gizemli-korku sinemasının başlangıcı sayılabilir. Seri katil filmde belirgin şekilde ıslık sesi kullanarak kendine dair ipucu vermiş, bu kendinden sonraki filmlerde, seri katili tanımlayan pek çok subjektif özelliğin yanında ayırt edici unsur olarak kullanılmıştır.
Film Alman sinemasının ne denli güçlü mefatorlara sahip olduğunu delilidir.
1940’LAR:
The Third Man (1949)
İngiliz sinemasından çıkan en iyi kara film örneklerinden biridir.
2. dünya savaşı sonrası Viyana’da geçen film, soğuk savaş döneminin başlangıcını, savaş sonrası yaşanan sefaleti ve ölümleri Amerikalı üçüncü sınıf ucuz roman yazarı Holly Martins’in gözünden işler.
Altın palimiye, Bafta ve Oscar ödülü dahil pek çok ödülü de kapan film, konusu yanında hüzünlü film atmosferi ve klasik hale gelen film müziği ile de efsane olmuştur.
Film, İngiliz yapımı olduğu halde enteresan şekilde Amerika’da da destek görmüş, bazı gölgeleme çabalarına rağmen oscar alması engellenememiştir.
1950’LER:
Un Chant D’amour (1950)
50’lerde çekilmiş en cüretkar eşcinsel filmdir. Bazı fikirlere göre son derece pornografiktir.
Film, 1950’lerin başında eşcinselliğin bir suç olarak görülüp bazı kamu görevlilerinin hapse atılması üzerine, eşcinselliğin aslında bir hak olduğunu vurgulamak amacıyla yapılmıştır. Ülkelerde eşcinsellere gösterilen baskı ve şiddet nedeniyle film aslında bir nevi eleştiridir.
Yönetmen Jean Genet, bu nedenle filmde çok sert bir sinema dili kullanmış, film 25 sene yasaklı kalmış ancak 1975 yılında gösterime girmiştir.
Hapishanede geçen ve 3 eşcinsel bireyin göze çarptığı film, birbirinden hoşlanan iki erkeğin bir araya gelişinin ne kadar zor olduğunu şiddet temelinde işler. Şiddet uygulayan ve tecavüz eden gardiyan aslında filmde devleti temsil eder. Film aşırı bulunan çıplaklığına rağmen son derece dramatik ve hüzünlüdür de aynı zamanda.
Siyah-beyaz sessiz sinema türünde olan filmde sadece müzik kullanılmış, kısa film tekniğinde çekildiği halde uzun metrajlı pek çok eşcinsel içerikli filmi geride bırakmıştır.